Susarsam “lal” olsun ağzım dilim…

Ali Rıza Avcan

Evet, bugünkü yazımın başlığını yanlış anlamalara yol açmayacak ya da kötü niyetliler tarafından istismar edilmeyecek bir deyimle; dilin “lal olması” hali; yani, gerçeklerin dile getirilmemesi durumunda insanın konuşamaz duruma gelmesi, dilinin tutulması metaforu ile açmayı tercih ettim. Belki bir başkası bu durumu anlatmak için, son yıllarda çok kullanılan “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” deyişini tercih edebilirdi; ama, ben bugün dinsel inançların toplumsal yaşamımızı şekillendirmesi ile ilgili olan bu yazımda, “şeytan” ya da “melek” gibi figürler üzerinden dinsel terminolojiyi kullanmak istemiyorum. Hele ki, “melek” metaforunu kullanmayı, aramızda dolaşan bazı Melek’ler nedeniyle aklıma dahi getirmek istemiyorum. Şayet kullanmış olsam, her şeyden anlar tavırlarıyla sosyal medyada bana metaforların ne olduğu konusunda ders vermeye kalkacaklarını çok iyi biliyorum….

Evet, bugünkü yazımı; daha doğrusu gördüğüm ve zamanında müdahil olduğum için iyi bildiğim gerçekleri dile getirerek, dilimi lal olmaktan kurtaracak tespit ve değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak için hazırladım. Hem de birçok şeyi göze alarak…

Biliyorum, bu yazı birçok arkadaş ya da okurumu yadırgatıp tartışmalara neden olacağı gibi, benim yeni düşmanlar edinmemi sağlayacak, yazdıklarıma karşı itirazlar olacak, muhtemelen tanıdığım ya da tanımadığım birçok insanı ve onların ezberlerini bozup rahatsız edeceğim. Belki de bir süre önce “ırkçı” ilan edildiğim gibi, şimdi de “din düşmanı” ya da “milliyetçi“, “ulusalcı” ya da “şovenist” ve hatta “ittihatçı” olmakla bile suçlanacağım.

Oysa beni yakından bilenler, gerçekleri dile getirmediğim sürece rahat edemeyen bir Marksist, gerçek bir laik, dinle ve dini inançlarla -okuyup öğrenmenin dışında- ilgisi olmayan, üstüne üstlük hangi din ya da inanç olursa olsun, ellerindeki sopalarla ya da işaret parmaklarıyla bizleri tehdit edip toplumsal yaşamı şekillendirmesine, nasıl giyinip nasıl eğleneceğimizi, neler içip neler yiyeceğimizi dikte eden müdahalelerine şiddetle itiraz eden biri olduğumu bilirler, beni bu özelliklerimle tanırlar. İşte ben de bugün, sahip olduğum bu “doğrucu Davut” anlayışıyla bazılarının tehlikeli bulup söylemeye cesaret edemediği şeyleri söylemeye, kısa bir süre önce bu şehirde açık bir şekilde oynanan siyasi bir oyuna Hayır! demeye çalışacağım.

Aslında ele alıp irdeleyeceğim olayı ilk duyduğumda hemen tepki vermeyi düşünmekle birlikte; gazeteci dostlarımın da uyarısıyla, olayın üzerinden belli bir zamanın geçmesi, olayla ilgili tüm tarafların yaşanan olay hakkında bilgi verip görüşlerini açıkladığı, ortalığın sakinleştiği bir ortamın oluşumunu bekleyerek, duyguların değil aklın hakim olduğu bir zamanda bir şeyler yazmanın daha doğru olacağını düşündüm ve şimdi de bu ortamın oluştuğunu düşünerek klavyenin başına oturdum.

Babasını, annesinin karnındayken kaybetmiş bir şehit oğlu olarak ilkokulu dışardan bitiren rahmetli babam, işçi olarak çalıştığı Ankara‘daki TCDD 2. Cer Atölyesi‘nden emekli olduktan sonra düzenli olarak Cuma namazlarına gitmekle birlikte; zaman zaman inancını sorgular, açık bir şekilde melek ve şeytanlara inanmadığını söyler, oldukça açık bir görüşle “bizdeki imamlar gençleri camilere çekmeyi, onları gençliğin heyecan ve dinamizmini kullanarak kazanmayı bilmiyorlar. Ama batıda gençler kiliselerdeki eğlence ve konserlere davet edilip hem kiliselere daha çok bağlanıyorlar, hem de müziğe, tiyatroya daha fazla ilgi gösteriyorlar; ama bizdeki imamlar, neredeyse gençleri camilerden kovuyorlar” diyerek her toplumsal olayda gençlerin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaya çalışırdı. Eğitim düzeyi oldukça yetersiz olmakla birlikte, çoğu üniversite mezununu cebinden çıkaracak bir yaşam deneyimine sahip olan ve zihni yeni, farklı ve akılcı şeylere açık olan babam, bu anlamda yaşadığımız toplumun ve hepimizi teslim almaya çalışan dini taassubun ne kadar tehlikeli olduğunu kendi bakış açısı ve dili ile ifade etmeye çalışırdı.

Kilisede parti, Prag
Toronto – “Hallowen” – Wellesley Village Church
Berkeley Church, 2020 Yılbaşı partisi…

Nitekim Google’da yaptığımız ufak bir araştırma bile, Hollanda, İrlanda, İngiltere, ABD ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin kiliselerinde genellikle kiliseleri kiralayarak konserler, eğlenceler yapıldığını, babamın bu anlamda ne kadar haklı olduğunu gösterir. 10 Temmuz 2023 tarihinde benim yaptığım basit bir tarama sonucunda ise, Toronto‘daki Wellesley Kilisesi‘nde düzenlenen Hallowen (cadılar bayramı) partisinde Türkçe’de “Kuir“, İngilizce’de “Queer” denilen insanların da partiye katıldığını, ABD‘nin Florida eyaletinde küçük bir ilçe olan Coral Spring‘de kilisede konserler, Berkeley Kilisesi‘nde ise yine aynı özellikte yılbaşı partileri düzenlendiğini belirleyip fotoğraflarını sizlerle paylaştım.

Görüldüğü gibi İsa peygambere inanan Hıristiyanlar kendi dini inançlarının geçirdiği reformlar neticesinde kutsal olarak nitelenen kiliselerde, yaşam tarzına müdahale etmeden tüm toplum kesimlerine, özellikle gençlere yönelik konser, eğlence ve partiler düzenleyerek, rahmetli babamın ifade ettiği özgürlüğü başarıyla sergiliyorlar.

Tabii ki, Hıristiyanlık içinde bağnazlığı ile tanınan Katolik ya da Ortodoks kiliseleri; özellikle de yakın zamana kadar başbakan ve cumhurbaşkanının göreve başlayabilmesi için bir kilise görevlisi tarafından yemin ettirilmesini şart koşan Ortodoks kilisesi ya da ünlü şarkıcı Madonna‘nın “Son akşam yemeği” tablosunu canlandırmak için sahneye İsa kılığında çıkması nedeniyle CD’lerinin alınmaması, şarkılarının dinlenmemesi şartıyla aforoz eden Katolik kilisesinde olduğu gibi…

Özet olarak, gerçekleştirdiği reform hareketiyle bağnaz dönemlerini geçiren Hıristiyanlık alemi; özellikle Protestan, Anglikan ve Presbiteryen kiliseleri kutsal mekân olarak nitelenen kilise ve katedralleri toplumun kültür, sanat ve eğlence gibi ihtiyaçların karşılamak amacıyla inanan ya da inanmayan tüm halka açmış olmakla birlikte; anlaşılan o ki, bazı kiliseler eski bağnazlıklarını sürdürmekte ısrarlı gözüküp bu tür değişimlere karşı ayak sürümekte ısrar ediyor.

Gelelim onca uzun bir girizgâhtan sonra asıl ele almak istediğimiz konuya:

Efendim, geçtiğimiz haftalarda; daha doğrusu 7 Temmuz 2023, Cuma günü saat 20.00 civarında İzmir‘deki Musevi kültür sanat etkinlikleriyle tanıyıp bildiğimiz ve halen Konak Belediye Başkanı Abdül Batur‘un danışmanlığını yapan bir arkadaşımızın hesabından yayınlanan ve İzmir Rum Ortodoks Toplumu Başkanı sıfatıyla Yorgo Teodoridis tarafından imzalandığı anlaşılan 7 Temmuz 2023 tarihli bir basın bildirisi ile karşılaştık.

Söz konusu basın bildirisi oldukça kapsayıcı, herkesi kucaklayan, esnek ve ikna edici bir dille Müslüman, Yahudi ve Levantenlere; ayrıca, bunların dışında tutulduğu anlaşılan İzmirlilerle yerel ve merkezi yönetimdeki yöneticilere hitap ederek, 4 Haziran 2023 gecesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından bir kültür ve sanat merkezi olarak kullanılan Aziz Vukolos Kültür Sanat Merkezi‘nde Gaia Project adlı bir şirket tarafından düzenlenen partide “içki içildiği”, dans edildiği” ve “İsa figürünün parti mezesi yapıldığı” iddiasının dile getirildiği, bu durumdan son derece rahatsız olup incindikleri, esasen bir FETÖ ürünü olan ve ne hikmetse Türkiye sınırları dışında, özellikle de Yunanistan ya da İsrail‘de gündeme gelmeyen dinlerarası kardeşlik anlayışının “Çan-Hazan-Ezan” projesinden de söz edilerek, bundan böyle kendilerine ait olduğu iddia edilen “kiliselerde ve diğer mabetlerde düzenlenecek etkinliklerde” dini duygularına daha fazla hassasiyet gösterilmesinin talep edildiğini gördük.

Bir buçuk sayfadan oluşan ve çoğu ifadesi değişik dinlere mensup insanları ikna etmeye çalışan bildirinin her bir cümlesini aktarmak zor olacağı için, bildiri metninin tümünü bu yazıya ekleyerek okuyucuların bilgisine sunmak isterim.

Ardından bu bildirinin aynı gece içinde telefonla aranan bazı gazetecilerin köşelerinde yayınlandığını ve yapılan paylaşımların yaygın, geniş bir beğeni aldığını gördük. Ama ne yazık ki, bu gazete ve gazeteciler, “bülten gazeteciliği” gibi kötü bir alışkanlığın sonucu bu olayı araştırıp soruşturmadan; özellikle de, bu olayın niye bir ay sonra gündeme geldiğini düşünmeden, durumu Gaia Project şirketi ile İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne sormadan; kısacası, “Uğur Mumcu Gazeteciliği” de denilen araştırmacı objektif gazetecilik ilkelerine aykırı olarak yayınlamayı kendi gazetecilik anlayışları çerçevesinde doğru buldular ve bu anlamda bildiri sahibine yardımcı oldular.

Diğer gazete ve gazeteciler ise ertesi gün, sadece basın bildirisini ele alıp sorunun diğer cephelerini araştırmadıkları aynı türden haberleri yapmaya devam ettiler; hatta, olayı skandal olarak nitelemeye başladılar. Üstüne üstlük daha önce aynı mekânda içki ikramının yapıldığı gala ve ödül törenlerin sahibi İzmir Gazeteciler Cemiyeti başkanı bile bu haberleri paylaşıp mesajın daha fazla insana ulaşması için çaba harcadı.

Bu “skandal” olayı ve yapılan protestoyu havada yakalayan AKP çevreleri, özellikle de Ahaber, Odatv4, Takvim ve Haber7 gibi iktidar yandaşı İnternet gazeteleriyle asıl olarak dini inançları kullanarak toplumsal yaşama ve yaşam tarzına müdahaleleri ile bilinen AKP‘nin Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ ile İzmir İl Başkanı Bilal Saygılı, 8 Temmuz 2023 tarihinde yaptıkları açıklamalarla kilisede parti düzenlenmesine neden olan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne tepki gösterip siyasi anlamda istedikleri sonuca ulaştılar.

Oysa benim İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki arkadaşlarımdan öğrendiğim gerçekler, bu konunun başkanlık düzeyinde 5 Haziran 2023 tarihinde ele alındığını, kiralama işlemini yapan şube müdürünün görevden alındığını, böylelikle gerekli disiplin işleminin zaten yapılmış olduğu şeklindeydi. Şayet gazeteci arkadaşlar, bu yazıları yazmadan önce belediye içindeki kendi bağlantılarını arayıp bu olayın içyüzünü sormuş olsalardı, benim öğrendiklerimi öğrenip daha tarafsız bir yazı kaleme alarak, görevlerini gazetecilik ilkelerine uygun olarak yapmış olacaklardı.

İzmir Büyükşehir Belediyesi ise, söz konusu bildirinin kamuoyuna açıklandığı tarihten 1 gün sonra; yani, 08.07.2023 tarihinde yayınladığı “Kamuoyuna” başlıklı basın bildirisinde oldukça nazik ve diplomatik bir dille, İzmir Rum Ortodoks Topluluğu tarafından sahiplenilip “kilisemiz” denilen tarihi yapının kamuya ait bir kültür sanat merkezi olduğunu hatırlatıp, binanın söz konusu şirkete tahsisinden sonraki denetim işlemlerinin Konak Kaymakamlığı ile İzmir Emniyeti‘ne ait olduğunu ifade ederek, söz konusu organizasyonun kendileriyle bir ilgisinin olmadığını, bu olay nedeniyle İzmir Rum Ortodoks Toplumu‘nun incinmesinden son derece üzgün olduklarını ifade ederek bundan sonraki uygulamalarda daha titiz ve özenli davranılacağını ifade etti.

Söz konusu partiyi düzenleyen Gaia Project isimli şirket ise 11 Temmuz 2023 tarihinde yayınladığı basın açıklamasında bu tür etkinliklerin dünya kiliselerinde yaygın bir şekilde düzenlendiğini belirterek etkinliğin yapıldığı mekânın aslında eskiden bir bir kilise olmakla birlikte şimdi bir kültür sanat merkezi olduğunu, suçlandıkları İsa peygamber figürlerine zarar verme gibi bir eylemlerinin olmadığını, bahçede verilen içkinin sponsorlar tarafından dağıtıldığını, müziğin birleştirici ve barışçıl gücü çerçevesinde bu güce inananları sevgiyle kucakladıklarını belirtmiştir.

Bu konuda beklenen en son hamle ise, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı‘ndan geldi ve söz konusu bakanlık, “kilisede elektronik müzik partisi düzenlenmesini kınıyoruz” diyerek olayı dini bir çerçeveden alarak siyasi bir platforma taşıdı ve belki de bildiriye imza atıp yayınlayanların asıl amaçlarına ulaşmasını sağladı. Hem de AKP iktidarının destek mesajlarıyla birlikte… Çünkü, kendi bağnaz Müslümanlık anlayışları adına onlar da aynısını yapıp Ayasofya‘yı camiye çeviriyorlar, insanların nasıl giyineceğine, ne içeceğine karışıyorlar ve Ramazan aylarında İstanbul Sultanahmet ya da Eyüp Sultan Camii çevresinin kutsal alanlar olduğunu iddia edip İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin etkinliklerine izin vermiyorlar… Kısacası, “aynıyla vaki“; daha doğrusu, birbirinin aynı, aynı özellikte iki olayı birlikte yaşıyoruz ve din adına birileri bizlere, bizim yaşam tarzımıza ayar vermeye çalışıyor… Hem de yakından tanıdığımız çoğu arkadaşımız birine hayır, diğerine de evet deyip desteklerken…

Şimdi gelelim, dilimizin lal olmaması adına işin ayrıntılarını ele alıp yerinde, doğru ve akılcı sorular sormaya ve bu işin bir çırpıda dini bir boyuttan alınıp ne şekilde uluslararası ölçekte siyasi bir boyuta taşındığını sorgulamaya…

Kilise değil, halka ait bir kültür sanat merkezi olduğunu bilmek…

1. Restore edildikten sonra, tarihi ve kültürel kimliğine zarar vermemek amacıyla, “Aziz Vukolos” ismiyle bir kültür sanat merkezine dönüştürülen bina, bu kimlikle tanımlandığı tarihten itibaren bir kilise değil, kamuya bir kültür sanat merkezidir. O binanın eskiden bir kilise olması ya da restorasyon sonrasında orada ayin yapılmış olması o mekânın kilise haline dönüştürüldüğü anlamına gelmez. Orası artık bir kilise değil, bir kültür sanat merkezidir. Nitekim İzmir‘in Yunan işgalinden kurtulmasından sonra 1922 Yangını‘ndan kurtulan bina, önce Asar-ı Atika (Arkeoloji) Müzesi, sonrasında İzmir Devlet ve Opera Müdürlüğü‘nün deposu olarak kullanılmış, binanın bir yangın sonrasında hasar görmesi üzerine boşaltılarak uzun bir süre evsizlerin ve tinercilerin mekânı olmuştur. Ne zaman ki, değerli dostum Orhan Beşikçi, zamanın belediye başkanı Aziz Kocaoğlu‘nu ikna etmiş; işte o zamandan sonra, bina Hazine‘den satın alınarak restore edilmiş ve bugünkü haline getirilmiştir. Bu anlamda, söz konusu basın bildirisi binanın restore edilip ortaya çıkarıldığı bugün değil de, madde kullanıcılarıyla evsizler tarafından kullanıldığı o dönemlerde yapılsaydı da, inanan ya da inanmayan tüm toplumu kucaklayan bir anlamı olsaydı….

Aslında bu binanın geçmişi ile ilgili benim de anlatmak istediğim ilginç bir anım var; 1999 yılında, bana göre İzmir‘in bugüne kadar gördüğü en iyi ve duyarlı valilerden biri olan Kemal Nehrozoğlu‘nun hizmet döneminde İnönü Vakfı ve Tarih Vakfı işbirliğiyle İnönü‘nün doğduğu evi restore ettirdikten sonra, sayın Nehrozoğlu ile yaptığımız özel sohbetlerde depo olarak kullanılan bu bina ile Karşıyaka‘daki, -şimdi restore edilip anı evi olarak açılan- Uşakizade Köşkü‘nün nasıl kurtarılıp restore edilebileceğini görüşmüş, ben kendisinden aldığım izinle bu binanın içine girerek Devlet Opera ve Bale Müdürlüğü tarafından depo olarak kullanılan mekanın içler acısı halini görmüştüm. Benim ve Nehrozoğlu‘nun bu girişimini öğrenen bir arkadaşımız ise, o binanın 1922 Yangını‘ndaki ilk patlamanın gerçekleştiği Ermeni kilisesi olduğunu iddia ederek, “abi bak, sen bu işlerle ilgilenme; aksi takdirde bizim gençler gelip senin camı çerçeveni indirirler” diyerek beni tehdit etmiş, beni bu girişimden korkutarak vazgeçirmeye çalışmıştı. Ama hemen sonrasında Nehrozoğlu‘nun Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olup İzmir‘den ayrılması üzerine bu iki girişimi -ne yazık ki- hayata geçirememiştik. Biz bu binayı o tarihlerde restore ettirememiş olmakla birlikte, gün döndü devran döndü ve o eski kilise restore edilerek kamuya ait bir kültür sanat merkezine dönüştürüldü.

Şimdi bu anlatımlardan sonra bazı arkadaşlarımın, Lozan Antlaşması sonrasında yapılan haksızlıklardan söz edip zamanında Rumlara ait olan bu kilisenin yeniden kilise olarak kullanılmak üzere onlara verilmesi gerektiğini söyleyerek itiraz ettiklerini duyar gibiyim… Ama buna karşılık ben de onlara şunu söylemek istiyorum; nasıl o zamanlar kilise olarak kullanılan binaları vereceksek, şimdilerde İzmir‘in önde gelen birçok zengin ailesine ait olup, zamanında Rum, Ermeni ve Yahudilere ait olup el konulan, daha doğrusu yağmalanıp paylaşılan emlak-ı metruke mallarını aynı şekilde geri verelim derim. Özellikle de işgal sonrası İzmir‘inde elindeki anahtar destesi ile bir anda gayrimenkul zengini olan Şerif Remzi Reyent‘ten, onun mirasını devir alan yeğeni Ayla Ökdem‘den ve ailesinden başlayalım derim… Ne dersiniz, hiç değilse kamuya; yani halka ait eski bir kilise, kilise kimliği ile İzmir Rum Ortodoks Topluluğu‘na iade edilirken özel mülkiyete konu olan tüm gayrimenkulleri de eski sahiplerine iade etmiş oluruz. Ne dersiniz? Sanırım, İzmir Rum Ortodoks Topluluğu basın bildirisinin altına beğeni notu koyan birçok isim buna “hayır” derken, basın bildirisinin sahibi olan topluluk “Sevr” kokan bu önerimi muhtemelen hararetle destekleyecektir….

Neden 1 ay sonra?

2. Yukarıda yazılı olay örgüsünden de anlayacağımız şekilde, 4 Haziran 2023 tarihinde gerçekleşen bu olay için 7 Temmuz 2023 tarihinde açıklama yapıldığı görülmektedir. Bu durumda insan ister istemez aradan geçen 1 ay 3 gün neden beklendiğini sormak ister. Acaba 1,5 sayfa tutan bildiriyi kaleme almak mı bu kadar uzun bir zamanı aldı, yoksa bir şeylerin olup bitmesi mi istendi? UYgun görülen 7 Temmuz’un özelliği neydi? Sahi, kendileri için böylesine önemli bir bildiriyi yazmak için niye 1 aydan fazla bir zaman beklediler? Acaba bu süre içinde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in görevli şube müdürünü görevden alarak onun yerine daire başkanını vekaleten atamış olduğunu bilmiyorlar mıydı ya da bilip de bilmez gibi mi görünmek istiyorlardı? Ya da bu sorunu bir bildiri ile dile getirmek yerine bir nezaket ziyareti yapıp belediye başkanı ile görüşüp rahatsızlıklarını iletip çözüm istemek o kadar mı zordu?

İşte bu anlamda aklımıza gelen bütün bu sorular, dini bir olaydan uluslararası siyasi bir sonuç devşirenlere sorulacak önemli, can alıcı sorulardır…

İzmir Rum Ortodoks Topluluğu Başkanı Yorgo Teodoris kimdir?

3. Öncelikle şu yanlışı, daha doğrusu eksikliği gidermek gerekiyor. Bildiriyi imzalayan kişinin başkanı olduğu topluluğun resmi bir niteliği var mıdır, yoksa yok mudur? Rum Vakıfları Derneği‘nin İnternet sayfasındaki bilgilere göre İzmir‘de “cemaat” anlamına gelecek bir “topluluk” yerine, aynı İnternet sayfasındaki 8 Nisan 2016 ve 4 Ocak 2019 tarihli haber ve duyurulara göre İzmir Rum Kültür ve Düşünce Derneği isminde bir dernek olup; başkanı da, söz konusu basın bildirisinin altında imzası olan Yorgo Teodoris‘dir.

LCV için verilen numarayı arayıp karşınıza çıkacak kişiden dernek yönetim kurulunun kimlerden oluştuğunu sorabilirsiniz…

Yorgo Teodoris‘e ait kişisel Twitter hesabını incelediğimizde ise, kendisinin Türk ve Yunan bayraklarının dalgalandığı bir zemin önünde takım elbisesi ve kravatı ile poz veren genç biri olduğunu, İstanbul‘da yaşadığını ve aynı zamanda Kurtuluş Aya Tanaş, Aya Dimitri, Aya Lefter Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı başkanlığı görevlerini yürüttüğünü, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı İbrahim Kalın, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş ve İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya gibi AKP iktidarının öne gelen şahsiyetleri ile çekilmiş samimi fotoğrafları nedeniyle iktidarın üst makamlarıyla yakın diplomatik ilişkileri olan biri olduğunu anlıyoruz. Kendisi her ne kadar İzmir‘de yaşamasa bile, -muhtemelen Fener Rum Patrikhanesi‘nin de içinde bulunduğu- diplomatik bir görevi yürüttüğü, patrik I. Bartholomeos liderliğinde Anadolu’nun değişik yerlerindeki metruk ya da restore edilmiş manastır ve kiliselerde yurtdışından gelen kalabalık gruplarla ayinler düzenleyerek oraları sahiplenip tutunma politikasına yardımcı olduğu görülmektedir.

İzmir’deki Ortodoks Rumlara ait bir kilise var mıdır?

4. İzmir‘de yaşayan Rum arkadaşlarımdan aldığım bilgiye göre sayıları şu aralarda 11’i bulan Ortodoks Rum adına, 1952 yılında Hollanda Fahri Konsolosluğu ile Yunan Konsolosluğu arasında yapılan 100 yıllık bir protokolle teslim alınıp demir bahçe kapısına, 1922 Yangını‘nda yanıp yok olan İzmir‘in en büyük Ortodoks Rum Kilisesi Aya Fotini Kilisesi‘ne atfen “Yeni Aya Fotini Rum Ortodoks Kilisesi” adını taşıyan levhayı astıkları, doğu yönüne bir ikonostasis (Ortodoks kiliselerinde, ana bölümü din adamlarına ait bölümden ayıran ikonalarla süslü duvar) ekledikleri Behçet Uz Hastanesi‘nin karşısındaki eski Hollanda Hastanesi Şapeli’ne, 2015 yılında Fener Rum Patrikhanesi tarafından İzmir Metropoliti olarak Samaras Bartholomeos atanmış olmakla birlikte (3); 2022 yılında yayınlanan gazete haberlerinden anladığımıza göre, Ortodoks Rumların mülkiyeti 1994 yılında İzmir Belediyesi‘nden Konak Belediyesi‘ne geçen bu kiliseden çıkmamak için mücadele ettiği, AHaber gibi yandaş medya yayınlarında “Belediyeden Tek Ses Yok” başlığıyla konu olan bu anlaşmazlıkta yine aynı şekilde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in eleştirildiği, Protestan Vaftiz Kiliseleri Vakfı Ortodoks Rumları buradan çıkartmak için 2022 yılında mülkün sahibi Konak Belediyesi‘ne başvurduğu halde bu dilekçeye, sorunun Türkiye ile Yunanistan arasında uluslararası bir sorun olduğu gerekçesiyle cevap verilmediği; yani, topun taca atıldığı, böylelikle İzmir Metropoliti Samaras Bartholomeos‘un sorumluluğundaki kiliseyi, aynen Aziz Vukolos Kilisesi‘ndeki gibi sahiplenip çıkmadıkları anlaşılmaktadır.

Ele aldığımız olayda ise, “topluluk” başkanının İstanbul‘dan, metropolitinin de Yunanistan‘ın Volos‘tan getirtildiği bir topluluğa, Fener Rum Patrikhanesi‘nin AKP iktidarı ile iyi ilişkileri üzerinden diplomatik bir hamleyle el koyup “bizim kilisemiz” diyebilecekleri yeni bir kamu mülkü arandığı anlaşılmaktadır.

Bu arada keşke CHP‘li bir belediyeyi ve belediye başkanını hedef aldıkları böyle bir tepkiyi, UNESCO Dünya Mirası Daimi Listesi‘nde yer alıp dünya çapında önemli bir değer olan İstanbul Aya Sofya Kilisesi ile İznik Aya Sofya Kilisesi camiye dönüştürüldüğü tarihlerde AKP iktidarına ve onun cumhurbaşkanına karşı verebilselerdi, yine böyle bir bildiri yazabilselerdi diye düşünmekten de kendimi alamıyorum… Ama siyaset bu! Güçlünün karşısında el pençe sessiz kal, güçsüzün yine güçsüz kalıp güçlü tarafından hırpalanması için hem iktidar hem de danışmanı olduğun belediye başkanı adına “vur abalıya” de! Sanırım entrikalar, provakasyonlar üzerinde şekillendirilen uluslararası siyaset bu olsa gerek…

Partiye katılan gençlerin yaptıkları, yapmadıkları…

5. Sosyal medyada adeta bir suç deliliymiş gibi ardı ardına yayınlanan videolarla 9 Eylül Gazetesi‘nin yayınladığı 61 adet fotoğrafa baktığımızda (4), eskiden kilise, şimdilerde ise bir kültür sanat merkezi olan mekânda düzenlenen bu partiye katılan gençlerin ahlaka ya da başkalarının dinsel duygularına aykırı tek bir şey yapmadığını, bu görüntülerin Alsancak‘taki ya da Bostanlı Barlar Sokağı‘ndaki bar, kafe, restoran manzaralarından hiç de farklı olmadığını, aslında bu tür görüntülerin AKP ve diğer dinci çevreler tarafından devamlı gündeme getirilerek kendi dini anlayışlarını dayatmaya çalıştıklarını; esasen, bu partiye katılan tüm gençlerin bizim çocuklarımız, bizim gençlerimiz olduğunu fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Onların kamuya; yani halka ait bir mekânda içki içmesi, dans etmesi ya da dinci çevrelerin sıklıkla kullandığı içki-meze metaforu üzerinden nefret dilinin yardımıyla “meze edildi” iddiasına konu yapılması gençlerimizin ötekileştirilip şeytanlaştırılmasına yaramakta, arkasında bu kez de Diyanet fetvaları ya da birtakım tarikatlar yerine Fener Rum Patrikhanesi‘nin bulunduğu Ortodoks bağnazlığıyla körüklenen bir cadı kazanına atılmak istendikleri izlenimini yaratmaktadır. İşte o nedenle de, Müslümanlık dahil her dindeki bağnazlığa, bizim yaşam tarzımıza müdahale anlamına gelen tüm gerici müdahalelere itiraz edip hayır dememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü unutmayalım ki, hepimizin şikâyet ettiği dini bağnazlık aslında adı ne olursa olsun ya da nereden gelirse gelsin tüm bağnaz çevrelerde yaygın bir şekilde kullanılan bir baskı aracıdır ve bugün, -ne yazık ki- bu bağnazlığın farklı bir türüyle karşı karşıyayız… Müslümanlıkta karşımıza çıktığında itiraz ettiğimiz her türlü müdahalenin, her türlü gerici girişimin diğer dinlerde de benzeri /farklı şekillerde karşımıza çıkabileceğini, bunun inanç özgürlüğü ile hiçbir ilgisinin olmadığını hatırlayıp uzun uzun düşünmemiz gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde, İzmir’de bunlar yaşanırken gerici İran rejiminin yasaklamasına karşın camiye girip şarkı söyleyen kadının cesaretini örnek alıp insan sesinin ve müziğin kucaklayıcı gücüne inanmamız gerekiyor…

Yasakladığınız her yerde şarkılarımızı da sözümüzü de söyleyeceğiz! İran’da bir kadın, kadınların şarkı söyleme yasağını camide şarkı söyleyerek protesto etti. Yasaklar, baskılar bizi yıldıramaz! Dünyanın dört bir yanından erkek egemen devletlere karşı mücadele etmeye devam edeceğiz.

Tek olumlu nokta

6. Söz konusu basın bildirisinde yazılı olmasa da, bu bildiri ile ilgili tartışmalarla gündeme gelen yüksek sesli müziğin tarihi eserde yaratacağı tahribat konusu, bence tartışmanın tek olumlu yönüydü.

Her ne kadar, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin her yıl düzenlediği çim konserleriyle Kültürpark‘ın hassas doğasına, özellikle de zemindeki çimlere fazlasıyla zarar verdiği halde buna tepki göstermeyenler, bu kez düzenlenen partideki yüksek sesli müziğin tarihi eserin duvarlarına zarar verebileceğini fark ettiler ve konuya bu yönüyle yaklaşmayı tercih ettiler. İyi ki de fark ettiler; hiç değilse bundan böyle, aynı hassasiyetlerini başka arkeolojik, tarihi, kültürel ve doğal değerler için de gösterirler…

Sonuç olarak,

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait bir kültür sanat merkezinde düzenlenen partide gençlerin içki içtiği, dans ettiği ve kutsal figürleri “meze yaptıkları” iddiasıyla Fener Rum Patrikhanesi kaynaklı bir grup fanatik Ortodoks tarafından ortaya atılan iddia, AKP iktidarı, yandaş ya da yandaş olmayan gazete ce gazeteciler sayesinde dini bir sorun olmaktan çıkarılarak Türkiye ile Atina‘da yapılan camiye minare izni vermeyen Yunanistan (5) arasındaki uluslararası bir soruna dönüştürülmüş; böylelikle, bağnaz bir şekilde yaşam biçimimize müdahale edenler hangi dinden ve inanıştan olursa olsunlar akıl almaz cesaretleri, arkalarına aldıkları iktidar ve basın desteği ile aynen tarikatlara tahsis edilen yerlerde olduğu gibi, bir kez daha kazanmıştır… Artık bundan sonraki talepleri daha cüretkar olacak, daha ileri bir hedefe ulaşmak için olacaktır… Tabii ki, Cemevi açılışlarının engellenip zorlaştırıldığı Türkiye koşullarında bazı din ve inanışlara sağlanan ayrıcalık sayesinde… Bize ise, dini inançları sömüren ya da onları bir silah gibi kullanan bu senaryonun amacını, gelişimini ve sonucunu araştırıp ifşa etmek düşmüştür… Tabii ki tüm samimiyetimiz ve olaya tarafsız bakan anlayışımız, din dışı laik/seküler kişiliğimizle…

Yunanistan’ın başkenti Atina’da minare yapılmasına izin verilmeyen cami…

Şayet, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması‘nın “Siyasi Hükümler” adını taşıyan 1. Bölümü’nün “Azınlıkların Korunması” başlıklı III. Kesimi’nde yer alan 37-45. madde hükümlerine aykırı olarak Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu tür karşılıklı kışkırtma ve ihlallerin 1922 sonrasındaki benzer örneklerini öğrenmek isterseniz, sevgili hocam Baskın Oran ile Ali Dayıoğlu‘nun 2023 Haziran ayında Alfa Yayınları Araştırma Serisinden yayınlanan “100. Yılda Lozan İhlalleri, Yunanistan ile Türkiye, Azınlıklar ve Ege” isimli kitabı edinip okuyabilirsiniz.

(1)https://www.ortodokslartoplulugu.org/bayramlar-yortular-kutlamalar/ortodokslar-aya-vukolos-kilisesinde-bulustu/

(2)https://www.ahaber.com.tr/gundem/2022/11/12/izmirde-kilisede-buyuk-kriz-belediye-olanlari-sadece-izliyor

(3) https://www.agos.com.tr/tr/yazi/16461/izmire-94-yil-sonra-metropolit-atandi

(4) https://www.dokuzeylul.com/foto-galeri/tarihi-kilisede-parti-verildi

(5) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47440914

Yorum bırakın