“1970’li yılların sonuna doğruydu… Henüz çocuktum ve bir Altay maçındaydım. Maç oynandı, bitti. Çıkış tüneline girerken kaleci Tanzer, sağ bek Kunta Sabahattin, sol bek Bilal, Erol Togay, Zagor Zafer, Nevruz, Taytay Mustafa, Cruyff Mithat, Miço Mustafa, Şeref, Büyük Mustafa ve diğerleri bir an benim olduğum tarafa baktılar. ‘Bizi hep hatırla olur mu Orhan? Hayatının sonuna kadar sakın unutma,’ dediler. Statta kimse duymadı. Bir tek ben duydum. Hâlâ hatırlıyorum…”
Altay, seyircisinin nispeten az olması ve “sakinliğiyle”, İzmir futbol ortamının biraz küçümsenen bir mensubu. Oysa, Karşıyaka’dan sonra şehrin en kıdemlisi. En üst ligde uzak ara en fazla kalmış İzmir kulübü. Küçümsenecek bir şahsiyet değil yani, Altay. En önemlisi, o bir şahsiyet!
Orhan Berent’in hem tutkuyla yazılmış hem titiz bir araştırmaya dayanan “Alsancak’ın Sakini Altay” isimli kitabı, Altay’ın hikâyesinin içinden aynı zamanda İzmir’in sosyal tarihini anlatıyor. Her kulübün bir nevi roman kahramanı olduğunu bize bir kez daha gösteren bir kitap. İkbali de düşüşü de görmüş, güngörmüş bir roman kahramanı: Altay.
Yazar Hakkında
ORHAN BERENT 1964 yılında İzmir’de doğdu, 1985’te Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1997 yılında Birleşmiş Milletler Bölgesel Habitat için İzmir demiryolları ile ilgili bir etüt hazırladı. Levent Cantek’in derlediği Çizgili Hayat Kılavuzu’nda (İletişim, 2002) iki incelemesi yer aldı. 2002-2007 yılları arasında Lal Kitap’tan çıkan Zagor ve Martin Mystere dergilerinde editörlük ve yayın danışmanlığı yaptı. Yine 2004-2007 arasında Levent Cantek’in önderliğinde çıkan yarı akademik Serüven Çizgi Roman Araştırmaları dergisinde yazarlık yaptı, yayın kurulunda bulundu. Dergide ek olarak çıkan iki kitapçıkta Türkiye’de yayımlanmış Zagor maceralarının envanterini hazırladı. 2012 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan, Kemal Varol’un derlediği Memleket Garları ve Tanıl Bora’nın derlediği Tren Bir Hayattır adlı eserlere yazılarıyla katkı verdi. Aynı yıl bir grup gönüllünün çıkardığı İstanbul Seyahat Planlama İSAP dergilerine ulaşımla ilgili yazılar yazmaya başladı. 2013 yılında yine İletişim Yayınları’ndan çıkan, deniz ve denizcilikle ilgili İskeleye Yanaşan adlı kitabı Murat Koraltürk ile birlikte derledi. Bu kitabı 2016 yılında çıkan Trenler Çıldırırsa isimli kitap izledi. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde akademik uzman olarak çalışan Orhan Berent’in açık kaynak kodlu yazılımlar ve Unix tabanlı işletim sistemleri hakkında da makaleleri, ders notları bulunmaktadır. Arada sırada Agos ve Evrensel gazetelerinde popüler kültür ve sporla ilgili yazılar yazıyor.
***
Kitaptan…
“1970’li yılların sonuna doğruydu… Henüz çocuktum ve bir Altay maçındaydım. Maç oynandı, bitti. Çıkış tüneline girerken kaleci Tanzer, sağ bek Kunta Sabahattin, sol bek Bilal, Erol Togay, Zagor Zafer, Nevruz, Taytay Mustafa, Cruyff Mithat, Miço Mustafa, Şeref, Büyük Mustafa ve diğerleri bir an benim olduğum tarafa baktılar. ‘Bizi hep hatırla olur mu Orhan. Hayatının sonuna kadar sakın unutma’ dediler. Statta kimse duymadı. Bir tek ben ben duydum. Hâlâ hatırlıyorum…”
Aslında bu çalışmayı hazırlamaya 2007 yazında başladım. O zamanlar Altay’ın tarihini yazmak aklımın köşesinden bile geçmiyordu ama şeytan mı dürttü nedir, Osmanlı’nın çöküş evresinde ve Cumhuriyet’e doğru İzmir futbolunun durumunu ve 1923’ten sonra Altay’ın bağrından çıkan Altınordu ve Göztepe’nin hikâyelerini kaleme aldım. Sonra aradan 3 yıl geçti. 2010 Ekim ayında Altay’ın kıdemli üyelerinden ve ortaokuldan arkadaşım Ayhan Önder’in abisi Tayyar Önder’le tanıştım. Yazıp çizdiklerimden bahsettim. Bana “Neden Altay’ın tarihini yazmıyorsun?” dedi. O günden sonra “Acaba yapabilir miyim, çok sevdiğim Altay’ın tarihini yazabilir miyim,” diye bir düşünce içimi kemirip durdu. Sonra arkası geldi. Eski futbolcular ve yöneticilerle sözlü tarih çalışmaları, İzmir’le ilgili çeşitli kaynak kitaplardan Altay’ın izini sürmeler ve elbette gazete koleksiyonlarını tarama.
Zor bir dönemde bu işe soyunmuştum. Çünkü efsanevi başkanlarımızdan Mazhar Baba (Zorlu) birkaç yıl önce vefat etmiş, Lejyoner (Rıdvan Burteçin) sonsuzluğa göçeli 10 yıl geçmiş, Esin amcayı (Özgener) kaybedeli de birkaç sene olmuştu. Babamın yakın dostu büyük kaptan Bayram Dinsel de artık hayatta değildi. En önemlisi futbola pek de meraklı olmayan ama Altay’ın ve İzmir’in 1940’lardan itibaren tarihini iyi bilen babam da artık bu dünyada yoktu. Fakat mukadderat işte. Kalanların hatıralarını derleyip, yarı akademik bir çalışmayla canım kadar sevdiğim Altay’ın tarihini yazacaktım.
Gençliğimde Edward Gibbon’un Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı eserini okumuş ve hayran kalmıştım. Böyle bir kitap nasıl yazılır diye derin derin düşünmüştüm. Biraz da ondan esinlendim. Mümkün olduğu kadar anakronizmden uzak durmaya ve yapısalcılığın göze hoş görünen cezbedici tuzaklarına düşmemeye çalıştım. İlk etüt yaklaşık 1.000 sayfaydı. Sevgili editörüm Tanıl Bora kısaltmamı istemiş ve gereksiz ayrıntılardan uzak durmam yolunda beni uyarmıştı. Kolay okunan ve Altay’ı hiç bilmeyen okuyucuya da hitap edecek bir metin üretmeyi amaç edindik.
Kütüphanede ve üniversitemdeki odamda çalışırken, eski Altaylılarla görüşürken ve bittabii Altay’ın her iç saha maçını kaçırmadan takip ederken, kimi zaman umutsuzluğa da düştüğüm oldu. Bazen sararmış bir gazetede okuduğum satırlar gözlerimi yaşarttı, bazen de eski bir futbolcunun bana aktardığı 1950’li ve 60’lı yıllara dair anılar güldürdü. Bu çalışmanın tek bir kişinin enerjisiyle halledilemeyeceği de zaman zaman aklıma geldi. Ancak esin kaynağım (Gibbon) azimli bir insandı. 2007’nin sıcak yaz aylarında başlayan nacizane serüvenim 2014 kışının ortasında sona erdi. Kimi yerde hislerime mağlup olduğum da söylenebilir. Ancak kesinlikle hamasete düşmemeye gayret ettim. Sanırım ara sıra hislerime mağlup olduğum yerlerin niceliği Altay’ın özellikle son yıllarda maruz kaldığı haksızlıkların yanında devede kulak kalır. Hoş görülmesi en büyük temennim.
Kitap bittiğinde yakın gözlüğümün numarası bir derece daha artmış ve bir sene içinde yaklaşık 10 kilo kadar kaybetmiştim. Bu çalışmada bana İstanbul’dan destek olan Maçkolik’ten Mehmet Yüce, elindeki arşivini benimle paylaşan Darüşşafakalı futbol araştırmacısı dostum Fethi Aytuna, eline geçen eski dergileri gözden geçirmem için bana ödünç veren Kafkaflı sahaf Muzaffer Ceyhan Yerlikaya, Göztepeli dostum Haydar Evrenosoğlu, vaktinde biriktirdiği Altay gazetelerini bana veren Altay Hukuk Kurulu Başkanı Namık Marmara. En çok sıkıldığım ve bunaldığım zamanlarda bana destek olan Çerkes halkının en cana yakın bireylerinden Altaylı Önder kardeşler, Tayyar ve Ayhan Önder. Onların dışında kendi kulübümden, yani Altaylılardan pek destek aldığım söylenemez. Hatta yok sayıldığım da epey oldu. Ne yapalım, bizim camia da böyle işte.
Neden Altaylıyım?
Bu tür soruların cevabını vermek hem kolay, hem zor. “Falanca kulübü tutuyorum, çok seviyorum, ölesiye hastasıyım” dersin, geçer gider. Kaldı ki insanlardan taraftarı olduğu kulübü neden çok sevdiğini irdelemesini beklemek yanlış bir şey. Kimsenin de mantıklı bir açıklama yapma mecburiyeti yok. Anne ve babanı çok seversin, çocuklarını seversin, memleketini seversin, yaşadığın şehri çok seversin vesaire vesaire… Altında bir sebep aramazsın. Yani sevgide mantık aranmaz…
Düşünüyorum da Göztepeli de olabilirdim. Neticede babamın futbolla ilgisi yoktu. Daha çok at yarışı hastasıydı. Fakat “Hangi takımı tutuyorsun baba?” diye sorduğumda “Biz Altaylıyız” derdi. Babam için Alsancak’ta oturmak Altay’ı tutmak için geçerli bir sebepti ve ben Alsancak’ta doğmuştum. Asıl futbolun içinden gelen ise dayımdı ve o Göztepeliydi. Poligon’a yakın oturuyorlardı ve bir adım ilerisi Göztepe’ydi. Hem onlar bizim kadar az değillerdi. Üstelik stada orkestra götürüyorlardı.
Ben Göztepe’nin efsane kadrosunun son demlerine yetiştim. Kaleci Ali’yi zaten sık sık görürdüm, Sponza’larla komşuyduk. Papi Mehmet, Fuji Mehmet, İngiliz Nevzat, Kel Nihat, Küçük Ali seyrettiklerim arasındaydı. Dayımla siyah-beyaz televizyondan
o haftanın naklen verilen lig maçını 10 dakikalık dilimler halinde izlerken kulağım da radyodaydı. Elbette Tanzerli, Ayferli, Zinnurlu, üç Mustafalı Altay’ı da biliyordum. Hepsinden haberim vardı.
“Şimdi mikrofonlarımız Mithatpaşa Stadı’nda, karşınızda Orhan Ayhan… Fakat İzmir’den gol sesi var diyor Murat Ünlü… Mütemadiyen sağ kulvarda gidip gelen Miço Mustafa ortaladı, Ayfer voleyi yapıştırdı, top ağlarda… Eskişehir’den selamlar, ben Necati Karakaya. Seslerden anladığınız gibi Eskişehir golü buldu, İsmail attı… Tekrar İzmir’e bağlanıyoruz. Bölge binasındaki kaleye yakın kendi etrafında döndü, Ayfer’e vermedi, ilerdeki Büyük Mustafa’ya baktı… Huzurlarınızda Halit Kıvanç… Vedat taaaa en geriye Niko’ya attı topu, ondan Zekeriya aldı kalecisi Sabri’ye teslim etti. Beşiktaş bugün çok arzulu oynuyor. Ding dong. Altaylı Zinnur taç çizgisinin beş metre önünde, orta diagonalin 10 metre gerisine yakın bekleyen arkadaşını gördü… Demarke vaziyette Cemil, Fenerbahçe’den Osman’ın sakatlığında epey yorulmuşken yapılan faulden doğan serbest atışı kullanacak. Söz sende Doğan Yıldız. Köşe gönderinden Metin Kurt’un uzattığı top, Gökmen’den deniz tarafındaki kaleye şuuuttt, farklı dışarda… Ve bu yayını kapatırken Ankara’da Tansu Polatkan, Abidin Aydoğdu, merkezde ben Tanzer Kozan herkese iyi günler dileriz. Burası Türkiye Radyoları, şimdi türkülerle oyun havaları…”

Fakat şimdi bunlara takılmanın sırası değil. Mademki Altay’ın tarihini anlatmaya niyetlendik öyle yapalım. Arada sırada kişisel tarihime fırsat buldukça kaçamak yaparım yine. Lakin bunca yıldan sonra çok rahat söyleyebilirim ki, aileden miras ezbere ya da Kemalizm dürtüsüyle değil, sokağa çıktığımda Altaylı oldum ben. Gençliğimi Alsancak stadının açık tribünlerine gömdüm, üstünü siyah-beyaz bir bayrakla örttüm. Şimdi kapalı tribünden ara sıra o tarafa bakıyorum. Genç halim en
sıkıntılı anlarımda o bayrağın altından başını çıkarıp “Korkma moruk” diyor Altay’ın şaşaalı dönemlerini seyretmiş olmanın verdiği şımarıklıkla, “Bunlar da geçer, elbet geri döneriz bir gün…”
Ceplerimde bayat çiğdem, ihtiyarlamış yüzümde cılız bir ümidin tebessümüyle… Bekliyorum. Bir gün mutlaka…