Bugün, içinde bulunduğumuz 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü nedeniyle önemli bir konuyu; Atatürk’ün kentleşmeye bakışını bilimsel yöntemlerle inceleyip değerlendiren Mustafa Kemal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Şafak Kaypak‘ın 2014 yılında Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nde yayınlanmış makalesini, birbirini izleyen üç ayrı bölüm halinde sizlerle paylaşmak istiyor ve Atatürk’ün bu makalede ifade edilen yaklaşımının tüm yöneticilerine örnek olmasını diliyoruz.
Doç. Dr. Şafak Kaypak
Giriş
Gelişmiş ülkelerin kentlerinde toplumsal değişmeyi başlatmada ve hızlandırmada, sanayileşmenin yanı sıra, kentleşmenin de önemli bir değiştirici faktör olduğu kabul edilir. Modernleşme kuramcıları, sosyal değişme açısından kentlerin ikili bir işlev gördüğünü söylemektedirler. Bir yandan, yenilikler kentlerde doğar ve köylere yayılır, toplumsal yaşam sistemleri olarak orada yaşayanların bireysel davranışlarına belirli özellikler kazandırırken; diğer yandan, kırsal kesimden gelenleri kendi potasında eritir, onları modern kent yaşamına katar. Geleneksel kültür ve sosyal yapılar kentleşme sürecinde çözülür. Bu nedenle, kentleşme kent sınırlarıyla sınırlandırılmış sayılmaz, kırsala doğru etkisi yayılır. Modernleşme merkezden çevreye yayıldıkça, ülkeler ve toplumsal kesimler arasında farklar kalkacak, insanlık adına ilerleme ve gelişme sağlanmış olacaktır. Avrupa’da gelişme ve sanayileşme süreci, bugün gelişmekte olan ülkelerde görülen köy-kent karşıtlığını zaman içinde ortadan kaldırmıştır. Bu bakış açısına göre, gelişmekte olan ülkelerin gelişme gücü de asıl olarak kentlerdedir, onlar da aynı süreçten geçeceklerdir.
Atatürk, kent ve kentleşmeyi savaş yorgunu bir ülkeyi yeni bir yönetimle toparlama ve geliştirme zemini olarak görmüştür. Bu doğrultuda, yeni Cumhuriyet’in başkenti olan Ankara’nın, yeni ve çağdaş bir toplumu en iyi şekilde temsil edecek bir kimliğe sahip olmasını istemiştir. Ankara, modern bir kent olarak Cumhuriyetin dünya görüşünü, yaşam biçimini Türkiye’ye aktarma işlevini üstlenmiş; Türkiye’nin kentleşme sürecinde özgün bir konuma, öncü bir işleve sahip olmuştur. Cumhuriyetin kurulduğu ve modernleşmenin ilk olarak görülmeye başlandığı Ankara kenti, bütün gelişmelerde öncülük yapmış; ulusal ekonominin hızla inşası ile Anadolu’daki diğer kentlerin gelişmesi için de örnek olmuş, bölgesel gelişimdeki eşitsizliğin ortadan kalkması için bir başlangıç yaratmıştır. Ancak, Atatürk’ün sahip olduğu “toplumsal” bakış açısı, daha sonraki dönemlerde “bireysel” çıkara dayalı anlayışlara dönüşmeye başlayınca, sorunlar da yaşanmaya başlamıştır. Ankara örneği bile sürekli gelişim göstermemiş; ilk düzensiz kentleşme ve gecekondu Ankara’da görülmüştür. Türkiye’nin kentleşme serüvenindeki bütün yeniliklerin, başarıların ve aynı şekilde bütün başarısızlıkların ve sorunların da yine Ankara’dan kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne değin, ülkede gözlenen kentsel gelişme eğilimlerinin tümü başkent için alınan kararlardan etkilenmiş, bir anlamda Ankara, bugün içinde yaşadığımız kentsel durumun “olumlu” ve “olumsuz” yönlerinin ilk ortaya çıktığı yer olmuştur.
Bu çalışmada, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile başlayan süreçte Atatürk’ün kent ve kentleşme olgusuna bakış şekli Ankara örneği içinde değerlendirilecektir. Bu bağlamda, çalışma dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, kent ve kentleşme kavramları tanıtılacaktır. İkinci bölümde, Atatürk’ün kent ve kentleşmeye bakışı üzerinde durulacaktır. Üçüncü bölümde, başkent Ankara’nın kentleşmesi örnek olay olarak incelenerek, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarıyla bugünkü kente bakış arasındaki değişim ortaya konulacak ve yaşanan sorunlar ele alınacaktır. Son bölüm, sonuç ve yapılan değerlendirmeyi içermektedir.
1. Kent ve Kentleşme
Kent; “sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidiş geliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşlarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi” olarak tanımlamaktadır (Keleş, 1998:75). Sahip olduğu özelliklerine uygun olarak kent; tarımsal olmayan üretimin yapıldığı ve daha önemlisi hem tarımsal hem de tarım dışı üretimin dağıtımının kontrol işlevlerinin toplandığı, belirli teknolojik gelişme seviyelerine göre büyüklük, heterojenlik ve bütünleşme düzeylerine varmış yerleşme biçimidir. Kentler yalnız başlarına var olamazlar, çevrelerindeki diğer yerleşmelerle etkileşim içerisindedirler. Bir kentin zaman içerisinde oluşumunun en önemli yönlerinden birini bu işlevlerin ve bunların yerleştiği kent merkezinin çevre yerleşmeler ile kurduğu ilişki oluşturur (Kıray, 1998: 17). Kentleşme, sanayileşme ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve bugünkü kentlerin büyümesi sonucu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, işbölümü ve uzlaşma yaratan bir nüfus birikim süreci olarak tanımlamaktadır (Keleş, 1996:19). Kentleşme, kentin nüfusunun, fiziksel alanın büyümesinin yanı sıra, sürekli bir devinimdir. Kentleşme olgusu, bir toplumun ekonomik ve toplumsal yapısındaki değişmelerden doğar. Sanayileşme, ekonomik büyüme ve gelişme ve toplumsal bir etkileşim alanının varlığı ile birlikte sosyal değişim sürecini meydana getirmektedir.

İnsanların değişik gereksinimlerini karşılamak için karşılıklı ilişkiler içerisinde bulunmaları, tarihin ilk çağlarından itibaren bir arada yaşamalarını zorunlu kılarak, üretim, dağıtım ve tüketim işlevlerinin merkezileştiği uygarlık beşikleri denilen kentleri doğurmuştur. Toplumların belirli yerlerde yoğun bir şekilde yerleşmelerine neden olan kentleşme, ülkelerin gelişmişlik ve uygarlık durumunu belirlerken göz önünde tutulan belirleyici bir faktördür. Gelişmiş veya gelişmekte olan toplumların belirlenmesinde temel alınan ölçütlerin en önemlisi; sanayi durumu ve yerleşme alanlarının ve kentlerinin oluşum ve gelişim sürecidir. Tarihçiler kentlerin ortaya çıkmasına uygarlıkların doğuşu olarak bakmışlardır. Geleneksel köy topluluğundan çağdaş kent toplumuna geçiş bir toplumsal değişmeyi simgeliyordu. Uygarlık örgütlenmiş bir toplumsal yaşam olarak tanımlandığında, bu yaşam biçimini yoğun olarak kentlerde görmek mümkündür. Kentsel yaşamla uygarlık arasındaki yakınlık birçok dile yansımıştır. 18. yüzyıldan itibaren Latin dillerinde uygarlık (civilization) ve kent (city, civitas), Arapçadaki medeniyet, medeni ve kent (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliği uygarlıkların kentlerden kaynaklandığını düşündürmüştür. Yunanca’daki kent (polis) sözcüğünün de siyaset (politiae) ile aynı kökten kaynaklandığı bilinmektedir. Kentsel yaşamın uygarlığın beşiği olarak algılanması, kibarlık (civilité) ve görgü (urbanité) sözcüklerinin de kent kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Batı dillerindeki “citizen” sözcüğü, hem yurttaşı, hem de kenttaşı (hemşehriyi) anlatmak üzere kullanılmaktadır (Toprak, 2001:6). Kent ile uygarlık kavramları arasında kurulan sıkı ilişki sonucunda, kentte yaşayanların uygar; kentlerin de uygar kişilerin yaşadıkları yerler olduğu kabulleri çıkmıştır.
Louis Wirth kentlerdeki yaşamın evrensel niteliklerini oluşturmaya çalışarak, “kentleşme bir yaşam biçimidir” görüşünü savunmaktadır (Wirth, 1935:22). Bu yaşam biçimi kendine özgü bir kültür doğurmaktadır. Üretim ve insan ilişkileri kentlerde örgütleşmeyi ve farklılaşmayı getirmekte, bu durum kente özgü davranış kalıpları geliştirmekte ve bir kent kültürü oluşturmaktadır. Kent kültürü, uygarlığı simgeleyen yerler olarak, davranışlar, değerler ve yaşam biçimlerini ifade eden kentlerde yaşama geçmektedir Kendine özgü yaşam koşullarıyla kentler, kırsal alanlardan farklılık gösterirler. Kent toplumu; kan bağına dayalı akrabalık ilişkileri yerine mesleki örgütlenmelerin ön plana çıktığı, geleneksel sosyal baskı mekanizmasının sınırlandığı, bireyin “ben” olarak toplumsal ilişkilerde yer aldığı örgütlü toplumdur. Birey ve grupların sosyal, ekonomik ve siyasal deneyimleriyle şekillenen düşünce ve uygulamalar kent yaşamını biçimlendirir. İnsan eliyle yapılanmış çevre olan kent bilgi ve kültürün yıllar boyunca biriktiği alanlar olarak bir yapay çevre oluşturur. Kültür, kent yaşamını kentlerin kendine özgü tarih ve yaşam deneyimlerinde oluşan birikimleriyle biçimlendirir. Kentsel kimlikte yaşayanların yaşam biçimleri olarak görülür; kentlerin kimliklerini belirlediği gibi işleyişini de açıklar. İnsanların çalışma alanlarından, eğlenme-dinlenme merkezlerinin düzenlenmesine, barındıkları evlerin planından, yerleşim yerinin seçimine, beslenme alışkanlıklarına, düğün ve bayram törenlerine kadar her şeyi etkiler. Kent yaşamında bireyler, davranışlarında seçim yapma özgürlüğünden yararlanırlar. Bu seçimleri yaparken kendi kültür kalıplarına göre karar verirler. Bu yaklaşım içinde kentlileşme kavramı, kentsel yaşam deneyimi içinde elde edilen bir kültür birikimidir. Kent-li olma; kentsel yaşam biçimine uyumdur. Kentlilik, üretim yapısı ve yaşam tarzı arasındaki ilişkinin sonucu olarak belirmektedir (Kaypak, 2012:25).
Bugünkü modern kentler, Sanayi Devrimi’nden sonra ve sanayileşmeye koşut olarak ortaya çıkmıştır. Batıda siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel açıdan feodal yapının sürdüğü dönemde “ulusçuluk” anlayışı yoktur. Kentler, geliştikçe özerkliklerini kazanmışlar; ekonomik bakımdan güçlerini artırdıkça feodalitenin çözülmesine katkıda bulunmuşlardır. Sanayileşme ekonomik ve toplumsal bir dönüşüme yol açmış; ilk kez Batıda, tarıma dayalı “geleneksel köy toplumundan” “sanayiye dayalı modern kent toplumuna” geçişi sağlamıştır. Modern toplum kentleşmiş bir toplumdur. Kent, tarım dışı sanayi ve hizmet faaliyetlerinin ve nüfusun çekilip yoğunlaştığı, üretimin denetlendiği ve örgütlendiği yer olmuştur. 19. yüzyıl içinde ortaya çıkan sanayileşmenin doğurduğu kentleşme ortamı, liberalleşme, laikleşme, bireyselleşme olgularını da beraberinde getirmiştir. Batıda çok uzun bir zaman diliminde, buradaki koşulların doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan “modernite” oradan bütün dünyaya yayılmıştır. Bu iç içe geçmiş modern yapılanma içinde bireyler, siyasal bilinçlenme aşamasına ulaşmış, haklarını arama, özgürlüklerini isteme bilincine varmışlardır. Kısaca, kent doğuşuyla yaşayanlarına bir takım hak ve yükümlülükler getirmiş, onları kentli yapmıştır. Ama aynı süreç içinde, siyasi toplumun karşısında bir sivil toplumun oluşmasını da sağlamıştır. Kentleşmenin bir çağdaşlaşma ve gelişme göstergesi olduğu ölçüt kabul edilince, onun da her türlü katılmayı özendirmesini beklemek doğaldır (Keleş, 1996:31-32).
Batı uygarlığı sanayileşmenin getirdiği kendi tarihsel süreçlerini hızlı bir şekilde yaşarken; bu gelişmelerden esinlenerek, Osmanlı İmparatorluğu’nda da 19. yüzyılda “bürokratın batılılaşması” olarak “modernleşme” yaşanmaktadır. Batı’daki yenilikler ve yaşam biçimi özentiyle yüzeysel taklit edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu bir tarım toplumudur. Kasaba, köy ve kentlerde yerleşik halk; otlakların olduğu dağlık kesimlerde ise, hayvancılıkla uğraşan Türkmen göçebeler vardır. Kentlerdeki yerleşik halk, Celali isyanlarından sonra kentleri surla çevirmişler ya da dağlara doğru çekilmişlerdir. Göçebelerle kentlerde oturanlar arasındaki karşıtlık, Osmanlı okumuşluğunun, uygarlığının kent ile göçebelik arasındaki bir çekişme olduğu ve göçebeliğe ilişkin her şeyin küçümsendiği kalıplaşmış düşünceyi doğurmuştur. Göçebe ve yerleşik halk arasındaki bu temel kopukluğun bir kalıntısı, hayvancılıkla uğraşanların Doğuda; yerleşik tarımla uğraşanların gelişmiş Batıda yerleşik olmasıdır (Mardin, 1990:31). “Merkezin dışı taşradır” anlayışı bu zamanlarda şekillenmiştir. Çevre, taşrayı ifade eder. Yönetimin yer aldığı merkez ile merkezin dışında kalan çevrenin kopukluğu yapısallaşmış, yerleşmiştir. Yöneticiler ve resmi görevliler kentlerde daha önceki başarılı ve kent kökenli kültürlerden büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Osmanlı toplumunda Tanzimat’la birlikte, sadece siyasal açıdan değil, kültürel açıdan da, ikili bir kültür yapısı oluşmuştur. Merkezde Batı etkilerinin yoğun olduğu “seçkin kültür”, çevrede ise, İslâm’la yoğrulmuş “halk kültürü” vardır. Batılılaşma ve modernleşme sürecinde bu hep böyle devam etmiştir. Cumhuriyet de bu mirası devralmıştır (Mardin, 1990: 32-35).

Bu nedenle, Atatürk, yeni bir devlet ortaya çıkarken, dil ve kültür konularına bilhassa önem vermiş; tüm toplumu kucaklayacak yeni bir ulusal kimlik biçimlendirmeye çalışmıştır. Anadolu insanı, geçmiş köklerine, kendi öz değerlerine bağlanarak, farklılıkları dışlamadan kendine katarak modernleştirilecektir. Atatürk, çağın gelişmelerini çok iyi değerlendirmiş; dine dayalı bir tarım toplumu olan, ancak, dünya genelindeki toplumsal değişmeleri yakalayamadığı, sanayiye dayalı bir laik toplum haline gelemediği ve kendini dönüştüremediği için batmakta olan bir toplumun küllerinden, sıfırdan, sanayiye dayalı, laik bir toplum yaratmıştır. İçi boşalmış bir toplumsal yapı devralarak siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel açılardan yeni bir içerik, yeni bir anlam yüklemiştir. Modern toplum katılmacı bir toplumdur. Modern demokratik toplumlarda eşitlik, temsil, katılma söz konusudur. Siyasal, sosyal ve ekonomik reformlarla modern bir Cumhuriyet kuran Atatürk bu yanıyla Hindistan’ın önderlerinden Nehru tarafından Doğu’da modern çağın yapıcı önderlerinden biri olarak görülmüştür (Kili, 1995:12). Kültürel çağdaşlaşmanın en önemli öğeleri olan ulus ve yurttaş olarak yaşama, kentsel alanlarda öncelikle gerçekleşmektedir. Sanayinin geliştiği kentsel alanlar uygarlığın taşıyıcıları görevini üstlenmişlerdir. Kentlerin ve kentlerde yaşayanların özgül yaşam biçimleri, toplumsal ilişki ve işlevleriyle ve kentsel alanların kullanılmasıyla o toplumun gelişmişliğinin bir göstergesi olmuştur (Canatan, 1995:58). Bu durum, yaşadığı zamanın ilerisini görerek iş yapan önder Atatürk’ün de gözünden kaçmamıştır.
Atatürk, yeni ve uygar bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında, bu uygarlığın simgeleri sayılan kentlere özel bir ilgi ile yaklaşmıştır. Çağdaşlaşma, çağdaş toplum kurmayı amaç edinen bir eylemdir. Atatürk devrimi, çağdaşlaşmayı bütüncül olarak gören toplumu eyleme sokan ulusçuluk kadar, bu devrimi hayata geçirmede laiklik ilkesinin en önemli uygulama alanı olarak eğitimli kesimin yer aldığı ve devingenliğin hızlı olduğu kentleri görmüştür (Kili, 1995:12). Sanayinin merkezleri olan kentler, geleneksel toplumun kurumlarının ortadan kalkacağı ve değer yargılarının azalacağı yerler olarak görülmüştür. Uygarlığın taşıyıcısı olarak kentler, değişimi ve ilerlemeyi oluşturacak, ateşleyecek yerlerdir. Çağı yakalamak, çağdaş uygarlık düzeyine çıkabilmek için kentler, köylere göre daha donanımlıdırlar. Kentler, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeleri yönlendireceklerdir. Kentleri belirleyen çeşitliliktir, kıra göre daha fazla özgürlük ortamı sağlar. Bireye kendi bilincine erişebileceği zengin bir kültürel çeşitlilik sunar. Atatürk, toplumsal değişmenin çekirdeğine kent insanını oturtarak, kır insanını daha uygar kent insanına dönüştürmek istemiştir. Öte yandan, kentlere önderlik görevi verilse de, köyler ihmal edilmeyecektir. Atatürk’e göre, gerçek üretici olan “köylü ulusun efendisidir” (Atatürk, 1938). Kırsal bölgelerin kalkınması, köy enstitüleri, halk evleri hep köylünün eğitim düzeyini yükseltmek için ortaya atılan projelerdir.
Atatürk’ün öngördüğü kentsel yaşam, bütün bireylerin insan haklarının hepsinden özgürce yararlandıkları maddi ve manevi kişilik ve değerlerini rahatça geliştirebildikleri uygar bir kent yaşamıdır. Bu yaşam doğadan da kopmamalıdır. Gerçekten Ankara’nın başkent yapılması, yeşil alanların genişletilmesi, kent topraklarının mülkiyetinin kamu denetimine alınması, bugünün gelişmekte olan ülkeler için çok önemli şehircilik ilkeleridir. Yeryüzünde çok az başkent, yönetimin ve önderlerin dünya görüşleri ve ideolojileriyle bu ölçüde açık bir özdeşleşme içine girmiştir. Atatürk’ün Ankara’yı çağdaş bir anakent olarak görme özlemi, kenti olabildiğince yeşillendirmekle hemen hemen özdeşleşmiştir (Keleş, 1993a: 224). Ankara imar planında bu ilginin sayısız izleri, kanıtları vardır. Gençlik Parkı, Hipodrom, Ziraat Fakültesi yerleşkesi ve Atatürk Orman Çiftliği bu yakın ilginin sonuçlarıdır. Mustafa Kemal’in ağaç ve yeşil sevgisi, salt Ankara’ya özgü bir özlem değildir. Bütün Türkiye için geçerlidir (Keleş, 1993b: 287–288). Yalnız ülkeyi ve başkenti çağdaşlaştırmak özlemi değil, Atatürk’ün devletçilik ilkesi; kentsel çevreye ve yerleşme düzenine biçim veren pazar güçlerinin serbestçe işlemesine, devlet güçlerinin karışmasının zorunlu olduğuna inandığını anlatır. Bu planlı bir kentsel gelişmedir. Kent toprağı da dâhil üretim araçlarının ulusallaştırılmadan planlı kalkındırılmasıdır. Atatürk’ün ulusçuluğu, kentlerin ve kasabaların tarihsel, doğal ve estetik değerlerinin yok edilmesine izin vermeyen önemli bir ilkedir. Atatürk’ün devrimcilik ilkesi, ülkedeki kent ve kasabaları çağdaşlaştırmaya duyduğu ilginin en gerçek kaynaklarından biridir (Keleş, 1993b: 224–225). Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, dünya çok büyük bir hızla değişmeye devam etmektedir. Değişmeyenler, “kentlerdeki yeşile saygı ilkesi”, “kent planlaması anlayışı” ve “sağlıklı ve yaşanabilir kentler” söylemi şeklinde önemini artırarak devam etmektedir. Bütün bunlar bize Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü bir bakış açısına sahip olduğunu daha fazla göstermektedir.
Devam edecek…