Bugün 9 Eylül…

Ali Rıza Avcan

Bugün 9 Eylül, İzmir’in Kurtuluş Günü… 19 Mayıs 1919’da başlayan bir ulusal kurtuluş savaşının İzmir’de sonuçlanan, işgalci Yunan ordularının İzmir’i terk ettiği gün…

Aynı zamanda 9 Eylül 2016 tarihinde yayın hayatına başlayan Kent Stratejileri isimli bloğumuzun 7. yaşını doldurduğu gün… Bu yedi yıla sığdırılan sürede yazılan toplam 890 yazı ve bu yazıların toplam 451.870 kez okunduğu; yani, yazı başına ortalama 508 okuyucunun düştüğü kent ve kente dair yazıların buluştuğu bir platform…

Bugün benim dile getirmek istediğim konu ise, 9 Eylül’ün bugün içinde bulunduğumuz koşullarda İzmir ve ülkemiz için ne anlama geldiği ile ilgili…

Evet, 9 Eylül 1922’de İzmir bir işgalden kurtuldu… İşgal ordusunun arkasındaki emperyalist ülkeleri dize getirdi… O ordu ve lideri, bu ülkeye bağımsızlık denilen bir geleceği vaat etti… Onlar bunun için savaştılar, antlaşmalar yaptılar ve uygulamaya koydukları politikalarla bunun yolunu açmaya, taşlarını örmeye başladılar…

Ya bugün?

Bugün ne vaziyetteyiz?

9 Eylül’ün ruhunu yaşatan bağımsız bir ülke miyiz?

1950’li yıllarda Pasaport rıhtımına yanaşan ABD gemileri ve Marshall yardımlarıyla başlayan süreç bizi nereye getirdi?

Bence 9 Eylül, 2016 yılında bize bol balık verecek diye batırılan 9 Eylül vapurunda simgeleşiyor ve 1950-1923 döneminde yaşadıklarımız, adeta onun batırılışı gibi, bağımsızlıktan kopan bir dönemin denizin dibini boylamasına neden oluyordu…

İşgalciler ve onların içimizdeki temsilcileri bizleri yeniden teslim almadı mı?

Sanırım bugün katıldığımız ya da izlediğimiz 9 Eylül kutlamalarında bu konuları düşünür ve bağımsızlığın bizim için ne anlama geldiğini sorgularız…

O nedenle, 9 Eylül’ün 101. yılını sadece kutlar mıyız; yoksa, kutlarken bunları da düşünürek mücadele etmeyi ve bağımsızlık uğruna yeniden savaşmayı göze alır mıyız?

Herkese gerçek bağımsızlığı yaşayıp hissettiği günler dileğiyle saygılar sunuyorum…

Yokluğuyla ‘Kayıp Kadınlar’ı Arttıran Kent Stratejileri

Seniye Nazik Işık

Amartya Sen, Nobel ödüllü, Hintli bir kalkınma iktisatçısı.

‘Kayıp Kadınlar’’ adlı makalesini yazdığı 24 yıl bitti. Çeyrek asır.

O bu makaleyi yazdığında doğan kız bebeklerin pek çoğu bugün kendi bebeklerinin anası. Tabii, ‘kayıp kadınlar’a eklenmedilerse…

Amartya Sen kime ‘kayıp kadınlar’ demiş? Hemen söyleyeyim: Doğumda hak ettikleri biyolojik ömrü tamamlayamadan bu dünyadan göçüp giden kadınlara.

Kim bu kadınlar? Özellikle sağlık sisteminin kadınları dikkate almayan politikalarla oluşturulması sonucu, bebeklikte aşılarını olamayan, ne çocukluğunda ne yetişkinliğinde yeterince beslenen, gebelikte, doğumda, lohusalıkta gereken bakımı alamayan, gelenek-töre adı altında çocuk yaşta evlendirilen, çocuk yaşta anne olan, istediğinden çok çocuk doğuran, doğum kontrolünden yararlanamayan, çok doğum çok çocuk ya da tıbbi olmayan düşük-kürtaj gibi nedenlerle göçüp giden kadınlar.

amartya-sen

Özetle, neresinden bakarsanız bakın, kendi bedeni üzerinde kendi kontrolü, kendi kararı olmayan kadınlar. Yani cinsiyete dayalı eşitsizliğin en acı, en ağır hallerini yaşayan kadınlar…

Amartya Sen makalesini yazdığında kayıp kadınların sayısını en az 100 milyon olarak tahmin etmiş. (24 yılda bu sayı kim bilir kaça yükseldi?)

Daha geçtiğimiz hafta 10 gün süren bir kriz yaşadık. Konu 15 yaşından küçük ve tecavüze uğramış, üstüne de tecavüzcüsüyle evlilik adı altında aynı çatı altında yaşamaya bırakılmış, bu beraberlikten çocuk sahibi olmuş kızlara tecavüz edenlerin, onları yasal olmayan bu evliliğe atanların af edilmesine ilişkin bir gece yarısı önergesiydi. O halde, “Kayıp kadınlar gerçeğinin devam eden boyutları var mı?” sorusunun cevabı, bizim ülkemiz için “Evet, var!

Diyeceksiniz ki, evet ‘kayıp kadınlar’ gerçeği hala önemli ama bunun kent stratejileriyle alakası ne?

Bir kadına yönelik şiddet ve sağlıkla ilgili birkaç örnek verelim. Hepimiz biliyoruz, kadına yönelik şiddet cennetlerinden biri Türkiye: Hiç bizde yok, orda çok falan demeyelim, memleketin hemen her yerinde yaygın ve ciddi, üstelik de artma eğiliminde bir şiddetle iç içe yaşıyoruz.  Sağlık kurumlarında çalışanlar şiddete uğramış kadınlarla acil servisten polikliniklere birçok noktada karşılaşırlar.

Hastane içi işler Sağlık Bakanlığı’nın görev alanındaki işler olduğundan, bu bahse girmiyorum. Fakat yaşadığımız yer açısından kadına yönelik şiddetle mücadelede önem taşıyan işler, kararlar da var.

Örneğin, sağlık hizmetlerine erişim. Hastane ve polikliniklerin yaşadığımız yerin neresinde? Onlara nasıl erişebiliyoruz? Bebekli veya küçük çocuklu, hamile ya da yaşlı kadınlar kent içi ulaşım düzenlemelerinde ne kadar dikkate alınıyor? Biliyoruz ki, hastaneye iki araç değiştirerek erişmek, hastane önünde durak olmaması başvurularımızı olumsuz etkiliyor.

Bir başka örnek, tamamen yerel yönetimlerin işi olan park bahçe düzenlemeleri… Sizce akşam karanlığıyla birlikte kaç kadın, kaç genç kız parklardan geçmeye cesaret edebilir?

Güvenlik bir ölçüde yerel yönetim işidir. Sizce kaç kadın kamu binalarının kocaman, ıssız çevrelerinde akşam karanlığında gönül rahatlığıyla yürüyebilir?

kayip-kadinlar

Ruhsatlandırmalarda kadınların, çocukların güvenliği ne kadar dikkate alınıyor? Mimari projeler onaylanırken bina içlerinde karanlık, kuytu yerler olup olmadığına bakan bir belediye duydunuz mu hiç? Ya da binaların kocaman, karanlık giriş yerlerinde kaç kadın saldırıya uğruyor dersiniz? Kent içi yollarda trafik güvenliği ile ilgileniyor da aydınlatma ile neden yeterince ilgilenilmiyor?

Kent içi yollardaki kaldırımsızlık, kaldırımların yayalara yer bırakmayacak şekilde araçlarla kaplanması, engelliler, yaşlılar ve pusetli kadınlar için nasıl hayati tehlikeler yaratıyor, biliyor muyuz? Bilsek de dikkate alıyor muyuz?

Son söz yerine:

Kent stratejilerinin yetersizliği, süreksizliği ve göstermelik oluşu, yaşayanların hayat kalitesini bozmakla kalmayıp ‘kayıp kadınlar’ın sayısını daha da arttırıyor.