Kentsel Müşterekleri Yaratmak*

Begüm Özden Fırat

Marx, Kapital’in birinci cildinde feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini ilkel sermaye birikimi adı altında, İngiltere’deki komünal toprakların 16. yüzyıldan 18. yüzyıl sonuna kadar çitlenmesi yoluyla özel mülkiyete geçirilme sürecini merkeze alarak tartışır. (1) Köylülerin feodal beylere karşı mücadeleleri sonucunda ele geçirdikleri ortak/kolektif mülkiyet rejimine tâbi toprakların çit, duvar ve kolluk kuvvetleri ile çevrelenerek el konulması, Marx’a göre köylülerin üretim araçlarından ayrılarak yerinden edilmesini sağlayan “ilk günahtır” (2011: 686). Kan ve barutla olduğu kadar “parlamenter hırsızlık” biçimi olan yasal düzenlemelere de dayanan çitleme harekâtı, emeğini satmak zorunda bırakılan “özgürleştirilmiş” kitleleri (ve tabii ki çulsuzları, ayaktakımını, delileri) ve ilkel bir sermayedar olarak kapitalist çiftçi figürünü yaratır. Klasik biçimini İngiltere’deki çitlemelerde bulan ilkel sermaye birikimi modeli toprağın metalaştırılması ve özelleştirilmesi, köylülerin zorla topraklarından çıkartılması, ortak, kolektif ve devlet gibi farklı mülkiyet rejimlerinin özel mülkiyete dönüştürülmesi, kazanılmış müşterek hakların baskılanması ve daraltılması, işgücünün metalaştırılması, alternatif yerel üretim ve tüketim biçimlerinin bastırılması, varlıkların emperyal ve yeni sömürgeci güçler tarafından talan edilmesi, mübadele ve vergilendirilmenin parasallaşması, köle ticareti, tefecilik, ulusal borç ve kredi sisteminin yaratılması gibi farklı dönemlerde farklı biçimlerde tezahür edebilir. Marx’ın yazılarında ve ağırlıklı olarak Marksist literatürde çitleme ve/veya başka biçimlerde ortaya çıkan ilkel sermaye birikim rejimleri kapitalist üretim için gerekli fakat istisnai, ilksel bir model olarak tartışılır. (2) Bu tür ilksel el koyma süreçleri emek gücünü ve toprağı metalaştırdıkları ve uygun piyasayı yarattıkları için kapitalizmin önkoşulu olarak görülür. Bu anlamda ilkel sermaye birikimi kapitalizme geçiş sürecine dair jeneolojik (Soybilim, ailelerin kökenlerini ve akrabalık ilişkilerini inceleyen bilim) bir sorunsaldır ve çizgisel bir gelişme modeli içerisinde sıfır noktasını temsil eder (de Angelis, 2007: 134). Geçiş süreci tamamlandığında el koymaya dayanan ilkel birikim mantığı yerini sermaye mantığına bırakır.

Oysa son dönemlerde, ağırlıklı olarak otonom Marksistlerin vurguladığı gibi, ilkel birikim süreci ilksellik taşımaktan ziyade kapitalist sermaye birikimine içkin bir biçimdir ve süreklilik arz eder. (3) Silvia Federici’ye göre ilkel birikim, “kapitalizmin şafağına özgü, tarihsel olarak sınırlı bir olgu olmak bir yana, kapitalist egemenliğin kurucu ve neredeyse fizyolojik bir unsuru, özellikle kriz zamanlarında sınıf ilişkilerini yeniden tanımlamak, öznellikleri yeniden şekillendirmek ve işgücünü saf emek gücüne dönüştürmek” için kullanılan hâkim bir stratejidir (2011b: 11). Bu birikim stratejisinin tekrar tartışmaya açılmasını sağlayan, Jamie Peck ve Adam Tickell (2002) tarafından “roll-back” neoliberalizm olarak tanımlanan, refah devletine ve her türlü toplumsal-kolektivist kuruma ve toplumsal ilişkiye yıkıcı bir saldırı olarak tezahür eden neoliberal birikim modelinin küresel ölçekte başat hale gelmesidir.

Midnight Notes Collective 1990’da yazdıkları “Yeni Çitlemeler” adlı broşürde New York Lower East Side’ın soylulaştırılmasından Nijerya’da Dünya Bankası tarafından el konulan komünal topraklara kadar küresel ölçekte yaşanan yeni çitleme operasyonunun saiklerini sıralamakla kalmıyor, küresel ölçekte çitlemeye karşı doğmakta olan karşı-müşterekleştirme mücadelesinin çağrısını yapıyordu. 1980’ler boyunca, eski çitlemelere karşı ortaya çıkan Diggers, Levellers gibi popüler politik hareketler ve köylü ayaklanmalarına benzer şekilde Meksika’dan Doğu Afrika’ya, Hindistan, Sri Lanka ve Endonezya’ya “yeni çitleme harekâtına” karşı müşterek toprakları korumak adına bir dizi halk ayaklanması (etnik çatışma, kabile savaşları gibi adlandırmalarla gölgelendirilerek) yaşandı. Müşterekleri savunmak adına yükselen bu mücadeleler sadece “üçüncü dünya”nın kırsal halk ayaklanmalarıyla sınırlı değildi. Aynı dönemde Amsterdam, Berlin, New York ve Londra’da işgalciler, evsizler ve yoksullar sadece barınma sorunu için değil müşterek mekânları geri almak için de sokaktaydılar (Caffentzis, 2004: 5).

Çitleme harekâtlarının sürekliliğine vurgu yapan yazarlardan biri olan David Harvey, ilkselliğe yapılan vurguyu bertaraf etmek amacıyla “el koyarak birikim” kavramını kullanır (2008). El koyarak birikim aşırı birikimden kaynaklanan kapitalist krizlerin aşılmasında, sermaye fazlasının emilmesinde önemli bir role sahiptir. (4) 1973’ten itibaren sürekli olarak aşırı birikimle yüzleşen küresel sistem, neoliberal paradigmanın öngördüğü şekliyle her şeyi özelleştirerek krizi aşmayı hedefler. İşgücü dahil olmak üzere her türlü varlığın düşük maliyetle – hatta bazen bedava olarak- çitlenmesine ve bu varlıklar üzerinden spekülatif etkinliklerde bulunmasına dayanan bu birikim rejimi farklı biçimlerde tezahür edebilir. Dünya Ticaret Örgütü tarafından gündeme getirilen fikrî mülkiyet hakları, genetik materyalin patent ve lisans haklarının çitlenmesi, hava, su, orman gibi küresel müşterekler ile kültürel biçimler, ürünler, miras ve yaratıcılık gibi kültürel müştereklerin çevrelenmesi ve metalaştırılması, üniversiteler gibi kamu hizmeti veren kurumların özelleştirilmesi ve kamu hizmetlerinin (su, elektrik gibi) piyasalaştırılması küresel düzeyde toplumsal müştereklerin yeni bir metalaştırma ve çitleme harekâtıyla karşı karşıya kaldığını göstermektedir.

Harvey’in temel sorunsallarından bir tanesi el koyarak birikime karşı verilen yerel mücadelelerin, anti-kapitalist politik hareketlerle hangi temel ekseninde bir araya geleceğidir. Harvey çitleme karşıtı hareketlerin muhafazakâr, örgütsüz ve savunmacı nitelikler taşımaya meyilli olduğu konusunda endişelidir. Buna karşılık alternatif küreselleşme hareketinin sıcak günlerinde kaleme aldığı “Müşterek Olanı Yeniden Ele Geçirmek” adlı makalesinde Naomi Klein farklı coğrafyalardan farklı aktörlerin yarattığı müştereklerin geri alınması hareketlerinin
çitlemeye karşı kurucu pratikler ortaya çıkarma potansiyelleri üzerinde durur:

“Umumun malı olan bizim ortak mekanlarımızın – şehir meydanlarının, sokakların, okulların, tarlaların, fabrikaların – yerini balon gibi şişen pazaryerleri aldı, dünyada bir direniş ruhu güçleniyor. İnsanlar bir parça doğa ve kültürü yeniden ele geçiriyor ve bunun “kamusal mekan olacağını” söylüyor. […] Avrupalı çevreciler ve ehlikeyifler işlek kavşaklarda partiler veriyor. Topraksız Tay köylüleri çok aşınmış golf sahalarına organik sebzeler dikiyor. Bolivyalı işçiler su kaynaklarının özelleştirilmesini tersine çeviriyor. […] Kısaca eylemciler devrim için beklemiyorlar, yaşadıkları, okula devam ettikleri, çalıştıkları, ziraat yaptıkları yerlerde hemen harekete geçiyorlar (2001: 51)”.

Bu örneklerden yola çıkarak bahsi geçen hareketlerin sadece ortak mülklerin çitlenmesine karşı savunmacı direnişler olmadıklarını, aynı zamanda yeni müşterekler üreten mücadele alanları açtıklarını söyleyebiliriz. Benzer bir şekilde Massimo de Angelis de çitlemelerin çoğu zaman insanların müşterekleri geri almalarına ve/ya da yeni müşterekler üretmelerine (Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi, “yaratıcı müşterekler”, fikrî mülkiyet rejimine karşı geliştirilen elektronik paylaşım yöntemleri gibi) karşı hamleler olarak görülmesi gerektiğini belirtir (2007: 144). Böylesi bir yaklaşım, müşterekleri verili ve değişmez alan ve değerler sistemi olarak düşünmek yerine, tıpkı çitlemeler gibi tarihsel devamlılık arz eden kolektif pratikler bütünü olarak değerlendirmemizi sağlar. O halde, hareketli ve akışkan sermaye birikim süreçlerine karşı sabit ve durağan bir müşterek anlayışından ziyade, tekrar tekrar ortaya konan “müşterekleştirme pratiklerinden” söz etmek yerinde olacaktır. Tarihçi Peter Linebaugh Magna Carta (2008) üzerine yaptığı çalışmasında 13. yüzyıl “iştirakçilerinin” (commoners) ormandan ağaç toplamak ve kralın arazisine köy kurmak gibi ortak gelenekleri sürdürerek ve yenilerini geliştirerek kralın bu pratikleri hak olarak tanımaya zorladıklarını anlatır. Burada önemli nokta bu hakların yukarıdan verilmediği; hali hazırda varolan müştereklik geleneklerinin kolektif eylem sonucunda de facto haklar olarak kabul edilmeye zorlanmış olmasıdır. De Angelis’i takip ederek yeni ya da eski çitlemeleri müştereklerin üretimine sermaye tarafından koyulan dışsal bir sınır olarak tanımlayacak olursak, politik ve toplumsal hareketlerin bu sınırı aşması ancak yeni müşterekler üretmesiyle mümkün olacaktır (2007: 145).

Bu nedenlerle müşterekleri çoğu zaman sivil itaatsizlik ve doğrudan eyleme dayanan müşterekleştirme pratikleri üzerinden, yeni bir dil, dayanışma, toplumsal ve mekânsal pratik ve ilişkiler ve dahası direniş repertuvarları oluşturan yaratıcı bir edimler bütünü olarak kavramsallaştırmak mümkündür. Bu kavramsallaştırma, süregiden piyasalaştırma ve metalaşmaya karşı insanların devamlı yeni müşterekler ürettiğini göstermesi açısından önem taşır. Bu şekilde düşünmek, Nobel ödüllü Elinor Ostrom gibi ekonomistlerin (özellikle su, orman, okyanus gibi ekolojik) müştereklerin piyasa için verimli ve kârlı kullanımın “iyi yönetimiyle” sağlanacağı iddiasından ayrılarak, müşterekleri anti-kapitalist, dayanışmacı ve özgürlükçü bir politik ve toplumsal mücadele hattına ve söylemine dönüştürme potansiyeli yaratır (5).

Silvia Federici’ye (2011b) göre modası geçmiş gibi görünen müşterek kavramının günümüzde kazandığı önemin temel nedeni, her türlü yaşam biçimini ve bilgisini piyasa mantığına tabii tutulmasını sağlayan neoliberal kapitalist birikim süreçleridir. Deniz, orman ya da kentsel mekân gibi her türlü müşterek alanın piyasalaştırılması bizlere yok olduğunu sandığımız ya da biz farketmesek de var olan kolektif kullanım alanlarını ve müştereklik esasına dayanan toplumsal ilişkileri hatırlatır. Sermaye çitlediği oranda müşterekleri görünür kılmakta, yeni direniş alanları ve daha da önemlisi yeni müşterekleştirme pratikleri ortaya çıkarmaktadır.

1_SadI7OzgoBFdgqhTdvMeaA

Kentsel Müşterekler

Gizli Müşterekler” adlı makalesinde Jonathan Rowemüşterekleri geri almadan önce, onları nasıl görebileceğimizi hatırlamamız gerekir” der (2001). İşimiz hiç de kolay değildir, zira Marx’ın da belirttiği gibi 19. yüzyılda bile tarım emekçisiyle komünal mülkler arasındaki organik ilişkinin hatırası bile çoktan silinip gitmişti (2011: 699). Her türlü sosyo-ekonomik alternatifin imkânsızlığını vaaz eden neoliberal zihniyetin ideolojik mistifikasyonu arkasında görünmez kılınan müşterekler, en iyi ihtimalle Garret Hardin’e (1968) referansla trajedi ile malul oldukları iddiası ile gündeme getirilir. Rekabetçi bireylerin maksimum faydaya dayanan davranışları sonucunda kısıtlı kaynaklar olarak müştereklerin zorunlu olarak heba edileceği varsayımı özel mülkiyetin savunusu kadar ortak kullanım pratiklerinin görünmez kılınması için de kullanılagelmiştir. Bu görünmezlik, Blomley’in ifade ettiği gibi, tesadüfî değildir. Müştereklerin zihinsel haritalarımızdaki analitik noksanlığı, kentsel siyasetin önemli bir boyutunu görmezden gelmemizi sağlayan analitik bir yanılgıya sebep olur (2008: 322).

İronik bir şekilde, sermayenin ortak alanlara el koymaya başlaması müştereklerin, müşterek toplumsal pratiklerin ve ortak varoluşun sürekliliğini hatırlamamızı sağlar. Örneğin suyun herkese ait olduğuna bu nedenle de kimseye ait olmadığına, değişim değil kullanım değeri üzerinden anlaşılması gerektiğine ve bu nedenle de özelleştirilerek, metalaştırılamayacağına dair kolektif söylem ve eylem tam da derelerin -ve çevreleyen arazilerin- HES projeleri vasıtasıyla çitlenmesinin ardından ortaya çıkar. “Suyun boşa aktığını” imleyen dile karşı, derelerin kullanımına dair oluşturulmuş toplumsal hukuk ve suya dayalı ortak kültür bir mücadele alanı haline gelir. Benzer şekilde orman arazilerinin işgali, kıyımı, imara açılması gibi durumlarda yükselen itiraz da ağırlıklı olarak müştereklere karşı metalaşma çerçevesinde gündeme gelir. Örnekler çoğaltılabilir, lâkin sermayenin tehdidi altındaki ekolojik müşterekler genellikle kolayca tarif edilip toplumsal ve ahlakî vurgusu yüksek bir söylem oluşturularak mücadeleye dönüştürülme potansiyeline sahipken kentsel müşterekleri görmeyi öğrenmek görece zordur.

Bu körleşmenin temel sebebi kentsel mekânı niceliksel olarak tanımlayan, alınıp satılan, kâr üreten ve ikili (özel ya da devlet) mülkiyet esasında kodlanmış yapılı çevre olarak tanımlayan teknik, bilimsel, mekân temsillerinin egemenliğinde bulunabilir. Henri Lefebvre’in (1991) mekânın toplumsal üretimine dair geliştirdiği kavramsallaştırmaya göre, planlamacılar, mühendisler ve mimarların ölçen ve düzenleyen bilimsel bakışından kurgulanan mekân temsilleri iktidar ve ideolojiden bağımsız değildir. Araçsal akıl, parçalanma, homojenleşme ve metalaşma esasında soyut bir mekân kurgusuna dayalı bu temsiller kentsel mekânı öncelikle planlama, düzenleme ve denetleme ilkeleri üzerinden tanımlar. Değişim değeri temelinde kurgulanan soyut mekân, mülkiyet esasında kentsel mekânı parçalarına ayırarak, tecrübe ile örülen toplumsal mekânı ortadan kaldırmaya çalışır (59-60).

Mekân temsilleri imajlarda, planlarda ve dilde yeniden üretilen bir bilgi sistemi oluşturur ve değişim değeri temelinde metalaştırılan mekânı liberal ekonomik modele uyumlu bir şekilde, analitik ve ahlakî olarak özel mülkiyeti ayrıcalıklı kılarlar. Yukarıda tartışıldığı gibi neoliberalizmin piyasalaştırma ve metalaştırma eğilimi öncelikle devlet mülkiyetini istisnaî addeder ve ikincilleştirir. Kamu mülkiyetine tâbi varlıkların münhasıran özelleştirilmesi Roy’a göre, temsil ettiği insanların devlete emanet ettiği varlıklara “tarihte benzeri görülmemiş barbarlıkta bir el koyma sürecinden” başka birşey değildir (Harvey, 2008: 134). Bu alanlara el koyma süreçlerini meşrulaştıran söylem ise, “kamu” kavramının geleneksel olarak özdeşleştirildiği devlet aygıtı ve erki ile olan özdeşliğin sürekli olarak vurgulanmasıdır. Şükrü Argın’ın belirttiği üzere, neoliberal ideoloji “kamu” ile “devlet” terimleri arasındaki […] çağrışım ağlarını aktive ederek “kamu”ya, “kamusal”a yönelik bu hücumlarını güya “devlet”e ve “devlet müdahalesine yönelikmiş gibi sunabildi ve bu sayede hem kendisini klasik liberalizmin köklü özgürlükçü geleneğinin halis ve sadık bir takipçisiymiş gibi göstermeyi, dolayısıyla devletle arasındaki özel bağı perdelemeyi hem de karşıtlarını daha baştan “devlet”i, “devlet müdahalesi”ni savunur duruma düşmek gibi sıkıntılı bir konuma sıkıştırmayı başardı (2009).

Bu söylem “herkese ait ya da hiçbir kimseye ait olmayan” derelerin boşa aktığı, meydanların tekinsiz olduğu, kent içi mahallelerin suç ve çöküntü alanı olduğu iddialarını meşrulaştırmakla kalmaz; bu alanların müşterek kullanıma tâbi olduğunu da unutturan ideolojik bir körlük tahsis eder. Argın’ın söylediği gibi “neoliberal hegemonya “kolektif” sıfatını sadece bir şirket formu olarak” algıladığı için her türlü ortak mülkiyet rejimi, dahası mülkiyet dışında kullanım üzerinden tanımlanan alanları da öncelikle görünmez kılmayı ve ardından çitlemeyi bu körlük üzerinden gerçekleştirmeyi başarır. Yine de müşterekler aslında her yerdedir: “Haritalarda nadiren görünseler de, ölçülebilir mekânı işgal ederler, fiziksel referans noktaları vardır, toplumsal ilişkiler içerisinde üretilirler ve formel değer sistemlerini temsil ederler” (Blomley, 2008: 322). Görünmez kılınsalar da Blomley’in belirttiği gibi, topluluklar özel ya da kamusal ayrımı yapmadan mekân üzerinde kullanım üzerinden kaynaklanan müştereklik iddiasında bulunabilirler (2004: 17).

Bu tür kullanım üzerinden tanımlanan alanlar devlet tarafından güvence altına alınabilir (örneğin zilliyet hakkı) ya da bu alanlar üzerindeki her türlü kullanımı yasadışı ilan edebilir. Kullanım üzerinden tanımlanan müşterekler ve yeni toplumsallıklar üreten müşterekleştirme pratikleri perspektifinden kentsel mekâna bakmak, içerisine sıkıştırıldığımız ikili mülkiyet paradigmasını aşmamızı sağlayabilir. Antonio Negri ve Michael Hardt’ın ileri sürdüğü gibi kent, “sadece binalar ve caddeler, geçitler ve parklar, atık sistemleri ve iletişim ağlarından oluşan kurulu bir ortam” değil, “kültürel pratiklerin, entelektüel devrelerin, duygusal ağların ve toplumsal kurumların” oluşturduğu devasa bir ortak zenginlik deposudur (2011: 161). Yine Lefebvre’i takip ederek kentsel mekânın verili bir “şey” değil, insanlar ve nesneler arasında kurulan toplumsal ilişkiler bütünü ve kullanım değeri esasında toplumsal sınıf ve grupların şekillendirdiği somut “yaşam alanı” olarak tanımladığımızda müştereklerin politik ve toplumsal önemini teslim edebiliriz. Lefebvre’e göre somut toplumsal mekân sadece kamu otoritesi ve sermaye gibi aktörler tarafından değil, hegemon olmayan kullanıcıların gündelik pratikleri tarafından da üretilen ayrıksı bir çatışma alanıdır. Kullanıcılar mekânsal pratikleriyle mekânı temellük edebilir ve mekânı normatif düzenlenişine karşı dönüştürebilir. Bu nedenle “toplumsal ilişkilerin acımasız bir yoğunlaşması” olarak mekân, iktidar ilişkilerini yansıttığı kadar bağımlılık ve tahakküm ilişkilerine itiraz edilen bir yerdir (1991: 227). Bu anlamda kentsel mekân, kullanıcılarla iktidar ve sermayenin mekânsal pratiklerinin ve mekân temsillerinin arasındaki diyalektik ilişkiden ortaya çıkar.

Gelelim Lefebvre’in biçimsiz ve aşağılayıcı etiketlerle yaftalandıĝını belirttiği kullanıcı ve sakinlere. Kullanıcı ve sakinler uzmanların soyut mekânına karşı, öznel deneyime dayalı somut yaşanan bir mekân algısına sahiptir. Deneyim ve toplumsal pratiklerin alanı olarak somut mekân metalaşmaya ve ticarileşmeye karşıt olarak kullanım değeri üzerinden tanımlanır. Kullanıcılar kentsel mekânı kapitalist toplumsal ilişkiler ve devletin hiyerarşik mekânsal anlayışı çerçevesinde homojen ve parçalanmış olarak deneyimleseler de mekânı pratikleriyle dönüştürür ve bu pratikler üzerinden “temsilin mekânlarını” yaratırlar. Temsilin mekânları kaynağını gündelik yaşam içerisindeki tarihsel mücadele ve birikimlerden, ütopyacı ideallerden alır (141). 

Kullanıcıların kentsel mekânı pratikleriyle dönüştürme potansiyeli, yeni çitlemelere karşı müşterekleri korumaya yönelik savunmacı bir direniş perspektifi sunduğu kadar yeni müşterekleştirme pratikleriyle ortak alanlar yaratma ve bu yolla sermaye ve iktidarın tahakkümü altındaki kentsel mekânları temellük etme imkanını da tartışmaya açar. Blomley’in belirttiği gibi nasıl mekân müştereklerin yaratılmasını mümkün kılıyorsa müştereklerin üretilmesi de mekânı yeniden üretir (2008: 320). Bu nedenle müşterekleştirme pratikleri aynı zamanda mekân siyasetidir. 

Biliyoruz ki bugün sermaye kendi iç çelişkilerini çözmek için müşterekleri çitlemek zorunda. Bu nedenle var olan müşterekleri görünür kılmak, geri almak ve yeni kentsel müşterekler üretmek, sermaye birikim dolaşımını kısa devreye zorlar ve kentteki kapitalist toplumsal ilişkilerin işleyişini sekteye uğratır. Kentsel müşterekleştirme pratikleri alternatif kentsel mekânsal tahayyülleri yaratmakla kalmaz, alternatifleri bizzat deneyimlememizi de sağlar.

bh-illustrasyon

Bunun yanı sıra, müşterekler ve müşterekleştime pratikleri üzerinden düşünmek birbirinden ayrı görünen toplumsal hareketler arasındaki ilişkiselliği yakalamamıza da imkân tanır. Karadeniz vadilerindeki HES karşıtı direnişleri İstanbul’da farklı mahalleler için verilen mücadele ile ortaklaştıran sermayenin yeni çitleme harekâtıdır. Bu noktada sayılmış haklara dair talepler (kent hakkı, barınma hakkı, su hakkı, bilgi edinme hakkı, çalışma hakkı vb.) ve bu haklar için yürütülen özel ve ayrı mücadeleler yerine, hayatın her alanının çitlenmesine ve piyasalaştırılmasına karşı çıkan hareketlerin ortaklığına dayanan bütünlükçü bir muhalefet perspektifi ortaya çıkabilir. Dahası çitlemeleri meşru kılan “ihya”, “sürdürülebilirlik”, sağaltma”, “yayalaştırma” gibi ifadelere karşı yeni bir politik dil yaratmasına da yol verebilir. Zira müşterekleri geri almak, dilin kendisinin de geri alınmasını gerektir.


(1) Bu yazıda Mehmet Selik ve Nail Satlıgan‘ın (2011) “ilk birikim” çevirisine rağmen daha yaygın kullanılan “ilkel birikim” ifadesi tercih edildi. Marx 19. yüzyıl literatürüne atfen “enclosure of commons” ifadesini kullanır. “Enlocsure” Türkçeye “çitleme“, “çevreleme” ya da “çevrilme” olarak tercüme edilmiştir. Commons“, daha önce “ortak toprak“, “ortak olan“, “ortak olan” “ortak mülk/mülkiyet” olarak çevrilmişti. “Müşterekler” ifadesinin tercih edilmesinin nedenlerinden biri kelimenin hem fiziki hem de toplumsal ve kültürel varlıkları kapsayabilmesidir. Ayrıca kelimenin fiil olarak kullanılabilmesi (“müşterekleştirme“,”commoning“) bu yazının açmaya çalıştığı tartışma açısından uygundur.

(2) Rosa Luxemburg‘un emperyalizm ve sermaye birikim süreçleri yaklaşımı bu duruma istisnadır.

(3) Massimo de Angelis, Silvia Frederici, George Caffentzis ve Werner Bonnefeld gibi otonom Marksist düşünürlerin müşterekler üzerine yazıları için bkz. The Commoner dergisi: http://www.commoner.org.uk

(4) Massimo de Angelis, Harvey‘in kavramsallaştırmasına, mülksüzleştirmenin birikimin bir aracı değil birikimin ta kendisi olduğunu belirterek karşı çıkar (2007: 231).

(5) George Caffentzis (2004), Ostrom‘un temsil ettiği “kapitalizmle uyumlu müşterekler” çizgisini anti-kapitalist müşterekler anlayışla karşılaştırır.


Kaynakça

Argın, Şükrü (2009), “Daralan Kamu, Buharlaşan Siyaset ve Çıkış İmkânları” Red Thread, Sayı 1, http://redthread. org/tr/makale.asp?a=14
Blomley, Nicholas (2004), Unsettling the city: urban land and the politics of property, (Londra, New York: Routledge).
Blomley, Nicholas (2008), “Enclosure, Common Right and the Property of the Poor” Social Legal Studies, 17; 311-331
Caffentzis, George (2004), “A Tale of Two Conferences: Globalization, the Crisis of Neoliberalism and Question of the Commons”    http://www.globaljusticecenter.org/papers/caffentzis.htm
Chatterton, Paul (2010) ‘Seeking the urban common: Furthering the debate on spatial justice’, City, 14 (6): 625 -628
De Angelis, Massimo (2003), “Reflections on alternatives, commons and communities or building a new world from the bottom up” The Commoner 6 http://www.thecommoner.org 1
De Angelis, Massimo (2007), The Beginning of History: Value Struggles and Global Capital (Londra: Pluto Press).
Federici, Silvia (2011a), “Feminism And the Politics of the Commons“, http://www.commoner.org.uk/?p=113
Federici, Silvia (2011b), Caliban ve Cadı, (İstanbul: Otonom) (Çev. Öznur Karakaş).  Göktürk, Deniz, Levent Soysal, İpek Türeli (Der), (2011), İstanbul Nereye? Küresel Kent, Kültür, Avrupa, (İstanbul: Metis)
Hardin, Garrett (1968), “The Tragedy of the Commons” Science, 162:1243-1248.
Hardt, Michael/ Negri, Antonio (2011) Ortak Zenginlik, (İstanbul: Ayrıntı) (Çev. Eflâ-Barış Yıldırım).
Harvey, David (2008), Yeni Emperyalizm, (İstanbul: Everest) (Çev. Hür Güldü)
Klein Naomi, “Müşterek Olanı Yeniden Ele Geçirmek,” Birikim, Ağustos 2001: 50-55 (Çev. Özgür Gökmen).
Lefebvre, Henri (1991), The Production of Space, (Oxford: Blackwell) (Çev. Donald Nicholson)
Linebaugh, Peter (2008), The Magna Carta Manifesto: Liberty and Commons for All, (Berkeley: University of California Press)
Linebaugh, Peter (2010), “Enclosures from the Bottom Up” Radical History Review, 108: 11-27.
Marx, Karl (2011), Kapital Cilt: I, Ekonomi Politiğin Eleştirisi (İstanbul: Yordam) (Çev. Nail Satlıgan ve Mehmet Selik)
Midnight Notes Collective (1990), The New Enclosures (New York: Autonomedia).
Peck, Jamie ve Tickell, Adam (2002), “Neoliberalizing Space“, Antipode, 34(3): 380-404
Rowe, Jonathan (2001), “The Hidden Commons“, Yes! Magazine,  http://www.yesmagazine.org/issues/reclaiming-thecommons/the-hidden-commons


(*) Bu makale, ilk kez Ekoloji Kollektifi Derneği’nin yayını olan Kollektif / Ekososyalist Dergisi’nin 2012, 12/14  sayısında yayınlanmıştır.