Ali Rıza Avcan
9 Eylül akşamı Facebook’taki kişisel sayfamda ve Kent Stratejileri Merkezi grubunda yaptığım paylaşım aynen şu şekildeydi:
“İzmir 9 Eylül’ün 100. yılını Tarkan konseri ile, 101. yılını ise Tan Taşçı konseri ile kutluyor… Tan Taşçı’nın kim olduğunu ve 9 Eylül’ün 101. yılı ile nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmiyorum. Aranızda acaba bilen var mı?“
Bu paylaşımı yaptığım an gerçekten de, İzmir’in Kurtuluş Günü olan 9 Eylül akşamı Kültürpark‘ta yapılan çim konserinin sanatçısı Tan Taşçı hakkında hiçbir bilgim yoktu. Kim olduğunu bilmiyor, o nedenle de Google‘da ve Youtube‘da yaptığım taramalarla o sanatçının kim olduğunu, sergilediği sanatının düzeyini anlamaya çalışıyordum.
Haliyle bu paylaşımıma oldukça ilginç cevaplar; hatta, tepkiler aldım. Benim soruma cevap veren bazı arkadaşlarım bu sanatçıyı tanımadıklarını ifade ederek onlar da bana soruyorlardı “kim bu bey?” diyerek ya da “Tan Taşçı’yı bilmeyen taş olsun
” diyorlardı. Bazı arkadaşlarım ise “30 Ağustos’u İstanbul Gülşen’le kutladı. Hiç konuşmayalım bence. İzmir’de Fatma Turgut diye kadın bir sanatçı katılıyor. Afişler gördüm. Kutlamalarda. Tanıyan var mı? Bilmiyorum. Ayrıca tanınmış olması, çok ünlü olması gerekmiyor. Sanatı ile nerede olduğu ve anlam ve öneme ne katacaklar? Beni bu alakadar ediyor” diyerek daha net bir tavır koyuyordu.
Ama bazı ilginç yorumlar vardı ki, onları da paylaşmadan edemeyeceğim:
Bir arkadaşım, “Çok iyi konser performansı vardır. Bestekar, söz yazarı ve en çok konser veren ve konserlerini dolduran bir sanatçıdır. Eleştirel bakmak zorlama olur.“, diğer bir arkadaşım “İlgisi olan hangi sanatçıyla kutlanmalıydı ki, normal popüler sanatçı işte, altında bir şey aranmasına bu açıdan gerek yok“, bir başkası da “Tan Taşçı her yönüyle tam bir sanatçı. Güçlü sesi, sahnesi, besteleri, dansözüne kadar 60 kişilik dev bir ekibi var. Her konseri daha ilk günden sold out. Ayrıca duruşu, kişiliği, topluma ve doğaya duyarlılığı örnek ![]()
Dünkü konser İzmir Fuarı’nın en kalabalık konseriydi, bizzat ordaydık adım atacak yer yoktu ve tadı damağımızda kaldı. Çok muhteşemdi ![]()
İyi ki Tan
” şeklinde tepki veriyordu.
Bu kadar çok ve farklı tepki almam üzerine ben de, “Paylaşımımı okuyan ve yorum yazan tüm arkadaşlara önceden duyurmak isterim. Sorduğum bu soruya verilen farklı cevaplar üzerine, ulusal bayramların dünkü ve bugünkü kutlamaları çerçevesinde, şimdiye kadar ortaya konulan kutlama şekilleriyle halkın izleyici olmaktan çıkıp bizatihi katılarak o etkinliği sahipleneceği kutlamalar konusundaki görüşlerimi ifade edeceğim bir yazıyı, gelecek günlerde paylaşacağımı duyururum.” diyerek şimdi yazmakta olduğum bu yazının sözünü vermiş oldum.

Gelelim bu konuda ne düşündüğüme ve hangi konulara dikkat çekeceğime…
Evet, insanların birlikte yaşamaya başladığı eski çağlardan bu yana, topluluğun ürettiği artı değere zorla el koyan tüm iktidar sahiplerinin emrindeki tapınak/din odaklı inanç sistemleri ya da iktidarı besleyip güçlendirmek adına yapılan tören, ayin, cenaze, taç giyme, gösteri, konser gibi dünyevi ortak eylemler, o etkinliğe katılanları sarıp sarmalayıp etkilemeyi ve böylelikle kendi yanına çekip taraftar yapmak amacıyla, kuralları önceden belirlenmiş protokol kurallarıyla göz alıcı, görkemli mekân ve ritüeller yaratmıştır. Antik Yunan ve Roma tapınaklarıyla kiliselerdeki ayinlerin, Bizans ya da Osmanlı sarayındaki geçit ve alayların, elçi kabullerindeki görkemin tek nedeni; işte o iktidar sahibi sultan, kral, padişah, imparator, papa, kardinal, metropolit, çar ya da diktatörlerin dinsel ya da dünyevi iktidarını güçlendirip geliştirme, pekiştirip yayma çabasıdır. Bunun en iyi örnekleri, Nazi Almanyası ya da Faşist İtalya‘da düzenlenen kitle mitingleri, Sovyetler Birliği döneminde veya günümüzde Fransa‘nın başkenti Paris‘te ya da Londra‘da düzenlenen askeri cenaze, taç giyme, ulusal günleri kutlama törenleridir.
Ülkemizin Osmanlı‘yı izleyen Cumhuriyet Dönemi‘nde de bu hususa titizlikle uyulmuş, “millet egemenliği” olarak ifade edilen merkezi iktidarı geliştirip güçlendirilecek yeni resmi bayramlar ihdas edilmiş, bu bayramlarda milli marşı söyleme, ant içme, bayrak asma ya da taşıma, tak kurma, spor gösterisi yapma ve sahip olunan asker ve silahları sergileme gibi yöntemlerden yararlanılarak Cumhuriyet‘in yurttaşını yaratma çabası içine girilmiştir.

Ama ne yazık ki, bütün bu törenlerde iktidarı elinde bulunduranların sahip olduğu geniş olanaklarla tek yanlı bir sergileme ya da yönlendirme yapıldığı için, bu törenleri izleyenlere sadece yapılanları seyretmek düşmüş, böylelikle bu törenlere katılan sıradan halk, iktidardakilerin kullandığı bir tören nesnesine dönüşmüştür. Marşı söyleyen, bayrağı taşıyan, önünde olup bitenleri seyredip bağıran ya da selamlayıp alkışlayan insanlar, senaryosu ve dekoru devlet tarafından önceden hazırlanan bir oyunun öznesi yerine nesnesi olmuş, figüran olarak kabul edilmiştir. Bu amaçla 9 Eylül’ün 100. yılını kutlama amacıyla İzmir’de yapıldığı gibi, oluşturulan kutlama kurullarına tek bir sade yurttaş ya da sivil toplum örgütlerinin temsilcileri alınmamış, her şey devlet aklının “ben bilirim ve yaparım” anlayışıyla gerçekleştirilmiştir.
İşte o nedenle, bugüne kadar yapılan binlerce resmi bayram, tören, ant içme, bayrak asma ya da taşıma sonrasında; daha doğrusu Cumhuriyet‘in ikinci yüzyılının başında yeniden başlangıçtaki noktaya dönülmüş, yaratılmak istenen milyonlarca Cumhuriyet bireyinin o bilince, o heyecana sahip olmadığı, bir siyasi görüşün “Cumhuriyete sahip çıkıyoruz” söylemi ile yaptıklarının diğer siyasi görüş tarafından da tekrarlandığı görülmüştür. Çünkü her şeyin içeriği değil, “zarf/mazruf” (zarf/zarfın içindeki) ikileminde olduğu gibi sadece görünürdeki zarfı makbul sayılmıştır.

Kısacası, Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın bitiminden bu yana ortaya konulan tüm resmi bayram ve günlerde, düzenlenen törenlerde ülke insanının birer “Cumhuriyet bireyi” olma ülküsü yaşama geçirilememiş, ülke yeniden o kötü günlerine dönmüş, demokrasi yerine tek bir kişinin saltanatından söz edilir olmuştur.
Bu başarısızlıkta, son yıllarda 9 Eylül benzeri tüm kutlamalarda merkezi ya da yerel yönetimdeki iktidar sahiplerinin, eskilerde olduğu gibi geniş kitleleri bir araya getiremiyor olmasının bir sonucu ya da çaresi olarak, ünlü pop şarkıcılarıyla müzik gruplarına şehirlerin meydan, park, cadde ve sokaklarında konser verdirerek daha fazla sayıdaki kalabalığı, adeta “bala gelecek arılar” gibi toplama ve topladığını heyecanlandırıp etkileme çabasının da rolü olmuştur.

Size, yaşadığım bir olayı anlatarak bu tespitimi somutlamak istiyorum:
Yıl 2010 yılının Ağustos ayı… Aliağa Belediyesi‘nin stratejik planını hazırladığım günler… Halkla daha yakından temas kurmak amacıyla İzmir-Aliağa arasındaki yolculuklarımı otobüs ve dolmuşlarla yapıp sürücülerle ya da yolcularla sohbet etmeye çalışıyorum. Bu yolculuklar sırasında sohbetin konusu bir gün Aliağa Belediyesi tarafından düzenlenen Aliağa Emek Şenlikleri‘ne sıra geldi. Çünkü plan hazırlıkları sırasında CHP‘li olan belediye yöneticileri hummalı bir şekilde yakında yapılacak şenliklerin programını hazırlıyor, ülkenin önde gelen yazar, şair, bilim ve düşünce insanlarını bir araya getirerek Aliağa halkının bu şenliğe katılması için duyurular yapıyordu. Ama benim konuştuğum dolmuş halkı ise, bir önceki AKP‘li belediye yönetiminin bu şenlikler nedeniyle getirdiği İbrahim Tatlıses konserinin ne kadar kalabalık olduğundan, nasıl eğlendiklerinden söz ediyor ve kendi deyimleriyle CHP yönetiminin düzenlediği etkinliklerde içki içip sarhoş halde konuşan yazar, şair, bilim ve düşünce insanlarından hoşnut olmadıklarını ifade ediyordu. Çünkü onların derdi kültür, sanat ya da bilim değil, sevdikleri sanatçıyı izleyerek ona eşlik etmek, kısacası eğlenmekti.

İşte o nedenle bugün, İzmir Büyükşehir Belediyesi bu kentin yaşamında çok önemli bir yere sahip olan 9 Eylül‘ün 100. yılında, nereden temin edildiği halen belli olmayan milyonlarca lirayı ödeyerek pop müziğin starı Tarkan‘ı getiriyor, onun için özel bir sahne hazırlıyor, ondan birkaç gün sonra kurtuluş gününü kutlayan Çeşme Belediyesi ise pop müziğin diğer bir starı Ajda Pekkan‘ı getirerek, adeta İzmir Büyükşehir Belediyesi ile yarışıyordu. Yaşanan bu durum, ortaya çıkan bu rekabet ya da çekişme sayesinde, bu iş kimin en fazla seyirci çeken en tanınmış ve en fazla para alan sanatçıyı getireceği şeklindeki bir sidik yarışına dönüşerek, kutlanan gün ya da bayramların o kentin tarihindeki yeri, önemi unutuluyordu. Çünkü o konserlerde, Tarkan‘ın söyleyeceği “geççek” şarkısının vereceği sahte umutlara ihtiyaç duyuluyor, sanatçının iktidar karşıtı tutumu üzerinden mesajlar verilmeye çalışılıyordu… Aynen en yüksek bayrak direğini dikme, en uzun bayrağı taşıma, en fazla bayrağı asma gibi yarışlarda gördüğümüz gibi… Bu rekabet hissi içinde insan ister istemez, bir önceki yıl Tarkan‘ın konser verdiği bu kutlamanın 101ncisinde çoğu İzmirlinin tanımadığı ya da “dansözü bile var” diyerek tanıdığı; ancak, kültür ve sanata ne ölçüde katkıda bulunduğu bilinmeyen bir sanatçının davet edilmesi nedeniyle, bunu Tarkan‘la kıyaslayarak yeni geleni küçümseme gibi bir duygu ortaya çıkıyordu…
Sahi, Tarkan’dan sonra en meşhur, en iyi, en fazla parayı alıp sırada bekleyen ve en fazla seyirciyi bir araya getirebilecek pop sanatçısı kimdi acaba?

Pop sanatçılarının bu tür kutlamaların seyircisini arttırarak vazgeçilemez bir hale dönüşmeleri nedeniyle sanatçılar cephesinde de ilginç şeyler yaşanıyor, sırf bu tür etkinliklerde yer alıp para kazanmak ya da şöhretini korumak isteyen bazı sanatçılar, o güne kadar hiçbir siyasi tavır göstermedikleri halde abuk sabuk nedenlerle politik bir şeyler söyleme ya da yapma çabası içine girerek o siyasi kampın kadrolu sanatçısı olmaya, onların konserlerinde yer almaya çalışıyorlardı.
Gelelim gerçek bir toplumsal gösteri ya da törenin nasıl olması gerektiğine…
Belgesel gösteren televizyon kanallarında Brezilya‘nın Rio kentindeki dünyaca meşhur Rio Karnavalı‘na katılan ekiplerin önceden nasıl hazırlık yaptıklarını yakından görüyor, ekip lideriyle üyelerinin çabalarına yakından tanık oluyoruz. Bu belgesellerde Rio‘nun mahallelerinde, özellikle de yoksul kesimlerin yaşadığı Favelalarda yaşayan halkın böylesi bir karnaval öncesinde mahalle mahalle, hatta sokak sokak kendi arasında nasıl örgütlendiklerini, bandolar dahil olmak üzere ekipleri nasıl oluşturduklarını, provaları nasıl yaptıklarını ve karnaval günü belirli bir düzen içinde kendilerini nasıl sergilediklerini, maharetlerini sergilerken nasıl eğlenip de o karnavala sahip çıktıklarını, seyretmek yerine katılarak nasıl eğlenceli bir ortamın sahibi olduklarını seyrediyoruz.

Bence bu güzel ve anlamlı örnekten yola çıkarak, o ülke ya da kent halkının kendi inisiyatifi, kendi örgütlenmesi ile bir anma, bir eğlenme, bir gösteri hazırlama amacıyla, bizzat aktif bir şekilde katılarak törenler, gösteriler hazırlamasının nasıl olacağını araştırmamız, bunun yolunu bulup denememiz gerekiyor. Halkı seyirci olmak yerine bizzat katılıp o işte emeği olan bir özneye dönüştürmemiz gerekiyor. Halkın pasif bir şekilde izlediği etkinlikler yerine içinde olup hissettiği katılımcı eğlenceleri, etkinlikleri keşfetmemiz gerekiyor.
Örneğin Basmane, Kadifekale, Gültepe ve Altındağ gibi semtlerdeki mahalle halkının kendi aralarında örgütleyeceği bando, koro ve halkoyun ekiplerinin, Arnavutların, Boşnakların, Karadenizlilerin, Romanların, Afrikalı, Afgan, Suriyeli mültecilerin ve diğerlerinin 9 Eylül akşamı bir araya gelerek ve kendi aralarında yaratacakları tatlı bir rekabet içinde nasıl söyleyip çalıp oynayacakları bir kutlamanın ne ölçüde güzel, ne kadar yerel ve katılımcı olduğunu, İzmir‘deki yerel demokrasinin gelişmesine ne şekilde katkı vereceğini; böylelikle, bu kentte yaşayan değişik kültürel gruplar arasındaki ayrım ya da uçurumların, olası düşmanlıkların, kültür ve sanatın oluşturacağı ortak bir paydada buluşturup ilişkileri yumuşatacağını ya da ortadan kaldıracağını düşleyip gözümde canlandırmak istiyorum…
İşte o zaman, bizi bir araya toplasın, sayımızı daha da arttırsın diye popüler müzik piyasasının tanınmış ya da tanınmamış sanatçılarına ihtiyacımız kalmayacak…
İşte o zaman, söylenen şarkıyı dinlemek ya da eşlik etmek yerine istediğimiz şarkıyı kendimiz söylemiş, sahici, gerçek hüznü, üzüntüyü ve eğlenceyi kendimiz yaratmış olacağız…
İşte o zaman, kendi aramızda örgütlenip kendi istediğimiz türkülerimizi söyleyeceğiz.
………………………………………………………………………………………………………………………
Önemli Not: İzmir‘de Alsancak Sivil Katılım Platformu‘nu kurup çalışmalar yaptığımız 1999-2001 döneminde, halkın izlemekten çok katıldığı bir Alsancak Şenliği‘nin ne şekilde tasarlayabileceğimiz konusunu, rahmetli hocamız Prof. Dr. Gürhan Tümer ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği İzmir Şube Başkanı Asuman Özçam Boyacıgiller‘in de dahil olduğu düşünce grubunda tartıştığımız dönemde, araştırmamıza esas olarak aldığımız Prof. İlhan Tekeli‘ye ait “Bir Toplumsal Anlatım ve Katılım Biçimi Olarak Kutlama Şenlikleri” isimli bilimsel makaleyi, bu konuyu merak edenler için paylaşmak isterim. Yaptığımız tartışmaların nereye vardığını merak edenler için de bilgi vermek isterim ki, tartışmalarımızı sürdürdüğümüz dönemde 1999 tarihli Gölcük-Kocaeli ve Adapazarı depremleri olduğu için bu şenliği yapmaktan vazgeçip, hocamız Gürhan Tümer‘in önerisiyle Türkan Saylan Kültür Merkezi‘nin önünde, yoldan gelip geçenlerin ve bölge esnafının katkılarıyla “Katılım Anıtı” adını verdiğimiz bir enstalasyonu gerçekleştirmiştik. Okuyacağınız makalenin yararlı olması dileğiyle…
