UNESCO, haydi göreve!

Ali Rıza Avcan

1913-1996 yılları arasında yaşayan rahmetli babamın ve ailesinin memleketi, Çerkezlerin Rusya‘nın Soçi kenti yakınlarındaki topraklarını terk edip Anadolu‘ya göç ettikleri 93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, o zamanlar İzmit Sancağı‘na bağlı Şile (Alacalı) kazasında geniş ve yoğun meşe ormanlarıyla kaplı vadideki Yeşilvadi (Saffetiye, Heciz), Avcıkoru (Hamidiye), Kaşbaşı ve Darlık köyleridir. O nedenle, memleketimi soran herkese ilk yıllarda “Şileliyim” d,yr crvap verirken, Cenevizlilerin yaptığı tarihi Şile Kalesi‘nin kötü bir restorasyonla, Nickelodeon kanalı için Stephen Hillenburg tarafından bir animasyon karakteri olarak yaratılan Sünger Bob‘a benzetilmesi nedeniyle, artık “benim memleketim, Sünger Bob’un memleketidir” demeye başladım ve bundan böyle bu kötü restorasyon örneğinden haberdar olanlar benim Şileli olduğumu anlamaya başladılar.

Eski ve yeni haliyle Şile Kalesi…

Bu kötü örnekten hareketle, hemen herkes tarihi bir yer restore edilmeye başlandığında o işin sonunda karşısına kötü bir şeyin çıkacağını düşünüp kaygılarını ifade ediyor. Bu anlamda, tüm ülkeye yayılan zengin kültürel ve doğal değerleri, -ne yazık ki- koruyamadığımızı, onlara sahip çıkamadığımızı herkes biliyor ve kabul ediyor. Leonard Cohen‘in “Everbody Know” şarkısında söylediği gibi, her şeyi bilmekle birlikte bu konuda sonuç alıcı bir şeyler yapmıyor, yapamıyoruz ve çoğu kez başarılı olamıyoruz.. İşte o nedenle, İzmir Büyükşehir ve Konak Belediyesi gibi kültürel değerleri korumakla görevli kurumlara ucuz koruma projeleri hazırlayan ünlü mimarın bile, şu sıralar Kemeraltı‘nın tam ortasına tarihi dokuyla örtüşmeyen betonarme bir bina yaptığını gördüğümüzde, bu suçun belediyeler, belediyelere bağlı KUDEP birimleri, koruma kurulları, iş bilir tacir şehir plancılarıyla mimarlar, danışmanlık yapan akademisyenler, kent simsarlığı yapan rant peşindeki sermaye çevreleri tarafından işlenen çok ortaklı bir suç olduğunu görüyor ve kime güveneceğimizi bilemiyoruz.

Çünkü kendi şahsi kasamızda sakladığımız para, takı ya da mücevherlerin değerinde; hatta onlardan daha kıymetli olan bu zenginlikleri para, mevki ya da rant uğruna yok edenler olduğu gibi korur gibi yapıp korumayanlar da aramızda yaşıyor.

Örneğin, Kültür ve Turizm Bakanlığı‘nın bizatihi kendisi, bu bakanlığa bağlı koruma kurulları, ulusal ya da uluslararası koruma kuruluşlarının Türkiye ofisleri, üniversitelerdeki akademisyenler bu değerlerden bol bol söz edip sayfalar dolusu kitap, tez, makale ve rapor yazıp kongre, seminer, sempozyum gibi toplantılarda konuşurken bu değerlerin yok edilip kaybolmasına seyirci kalmayı tercih ediyorlar.

Gür Yapı tarafından gerçekleştirilen restorasyon sırasında akustiği bozulan Süleymaniye Camii…

Yakın zamanda dile getirmeye çalıştığım Edirne‘deki Mimar Sinan eseri Selimiye Camii ve Külliyesi restorasyonunda ya da 2012 yılında yapılan restorasyon sonucu o muhteşem akustiğini kaybeden Mimar Sinan‘ın diğer bir eseri Süleymaniye Camii örneğinde gördüğümüz gibi, bu eserlerin eşsiz özelliklerini bozan ya da yok eden barbarlık karşısında üniversiteler, meslek odaları ve medya dahil hiç kimse sesini çıkarmıyor, çıkarsa bile çıkan o cılız ses çoğalıp yayılmıyor ve bir noktada kaybolup gidiyor.

Aynen 4,5 yıl süren zorlu bir çalışma sonucunda Selimiye Camii ve Külliyesi restorasyon projesini hazırlayan yüksek mimar Acar Avunduk‘un feryadına kimsenin katılıp destek vermemesinde, Danıştay‘da açtığı ve halen devam eden davanın şahsi bir dava olarak algılanmasında olduğu gibi…

Selimiye Camii ve Külliyesi restorasyonu tüm uzman firmaların katılabileceği bir ihale yapılmak yerine ihalesiz bir şekilde doğrudan Gür İnşaat‘a; hem de Süleymaniye Camii akustiğini bozan firmaya Kamu İhale Kanunu‘nun 21. maddesinin (b) fıkrasına göre pazarlıkla ve adrese teslim şekilde verildiği halde yapılan tüm basın açıklamalarında ve gazete haberlerinde söz konusu restorasyonun Sultanahmet Camii restorasyonunu yapan firma; yani Taş Yapı olduğu, firmanın adı titizlikle saklanarak söylenmekte; böylelikle daha önce kusurlu bir restorasyon yapıp Süleymaniye Camii‘nin akustiğini bozduğu bilinen yandaş bir şirket kayırılıp kollanmaktadır (1) (2), (3), (4).

Ayrıca caminin devam etmekte olan restorasyonu sırasında hem Trakya Üniversitesi akademisyenlerinin hem de Selimiye Camii ve Külliyesi Alan Başkanlığı‘nda görevli yetkililerle kurul üyelerinin restorasyon alanına sokulmadığı için yapılan işi izleyip denetleyemediği bir süreçte, restorasyonu üstlenen yandaş şirket Gür Yapı yetkisi yerine Vakıflar Bölge Müdürü Ahmet Saraç‘ın yanında siyasi bir kişilik olarak yer alan TBMM Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu Başkanı AKP Edirne Milletvekili Fatma Aksal‘ın basına demeç verdiklerine tanık oluyor ve bu etrafı yüksek panellerle çevrelenip kamuoyu denetiminden kaçırılan restorasyonun aslında yandaş şirket, yandaş bürokrat ve iktidar partisi milletvekili üçgeninde Saray‘ın emirleri doğrultusunda devam ettirildiğini, yapılacak yanlışlık ve eksikliklerinin görülmeyip, Süleymaniye Camii örneğinde olduğu gibi, örtbas edileceğini ve eserin temel özelliğini bozan yandaş şirkete bir öncesinde olduğu gibi ceza verilmeyeceğini anlıyoruz.

İşte bütün bu yaşadığımız olaylar ve sorunlar nedeniyle, sahip olduğumuz zengin kültürel değerleri korumada son bir çare olarak UNESCO‘ya başvuruyor, o eserlerin korunması için UNESCO‘nun Dünya Mirası Geçici ve Daimi Listesine girmesini önemsiyoruz. Çalakalem hazırlanan dosyalarla UNESCO‘nun kapısını çalıp “bunu da, şunu da listeye alın” diyerek adeta yalvarıyoruz. Bunun doğal bir sonucu olarak da başvuru sayısı itibariyle, UNESCO‘ya başvurup Dünya Mirası Geçici Listesi‘ne giren ülkeler arasında ön sıralardayız. Bunun doğal bir sonucu olarak, UNESCO‘nun Dünya Mirası Daimi Listesi‘nde 21 adet kültürel ve doğal değerimiz olmasına karşın, Dünya Mirası Geçici Listesi‘nde yer alıp daimi listeye alınmayı büyük bir heves ve heyecanla bekleyen 79 adet kültürel ve doğal değer bulunmaktadır. Adeta, Anadolu‘daki her il ve ilçenin ısrarlı bir şekilde kendi şehrinde üniversite açılmasını talep ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Hatta bu uğurda her yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından UNESCO Dünya Mirası Daimi Listesi‘ne yapılan teklifler konusunda ilginç bir çekişmeyi izliyor, bu teklife konu olmayanların bunun politik bir tavır olduğu ile ilgili iddialarına tanık oluyoruz.

Üstüne üstlük Antalya Karain Mağarası gibi 1994’den bu yana; yani 29 yıldır ya da İshakpaşa Sarayı, Harran ve Şanlıurfa Yerleşimleri, St. Nicholas Kilisesi, Sümela Manastırı, Termessos Milli Parkı ve Kekova gibi 13 adet kültürel ve doğal değerin 2000’den bu yana; yani, 23 yıldır UNESCO Dünya Mirası Daimi Listesi‘ne girmesini içeri girmek istediğimiz kapının ardında beklediğimiz bir süreçte…

Aslında böyle yapmakla, UNESCO Dünya Mirası Daimi Listesi‘ne girmeyi bekleyen 79 kültürel ve doğal değer sırasını beklerken ortaya çıkacak her yeni müracaatın, sırada bekleyenlerin şansını azalttığını fark etmeden ya da düşünmeden…

Çünkü biz koruyamıyoruz ve son bir çare olarak bizim yapamadığımızı UNESCO‘nun yapmasını istiyoruz…

2021-2025 döneminde restore edilecek olan ve içeriye restorasyon projesini hazırlayan yüksek mimar Acar Avunduk’un alınmadığı Selimiye Camii….

UNESCO ise, yakın zamana kadar Amerika Birleşik Devletleri‘nin yıllık aidatlarını durdurması nedeniyle küçülen bütçesini telafi etmek amacıyla küçük ülkelerin ödedikleri küçük aidatları önemsemesi nedeniyle, eski titizlik ve takipçiliğini neredeyse bırakmış durumdaydı. Neyse ki, Amerika Birleşik Devletleri yakın zamanda birikmiş yıllık aidatlarını ödemeye başladı. Böylelikle UNESCO‘nun o eski dönemlerinde olduğu gibi nitelikli uzmanlarla birlikte titiz incelemeler yapıp doğru kararlar alarak o eski yaptırım gücüne ulaşacağını umuyor ve böylesi hamleler yapmasını bekliyoruz.

Çünkü UNESCO Dünya Mirası Daimi Listesi‘nde yer alan İstanbul Tarihi Yarımada‘daki çarpık yapılaşmalar nedeniyle UNESCO‘nun 2010 yılında, daimi listeden çıkarma tehdidi ile birlikte yaptığı uyarı üzerine, bu uyarının nasıl ciddiye alınıp neler yapıldığını gayet iyi anımsıyor ve aynı tür uyarıların bugünkü koşullarda UNESCO kriterlerine rağmen korunmayan kültürel değerler için de yapılmasını arzuluyoruz.

Ancak diğer yandan da UNESCO Dünya Mirası Daimi Listesi‘ne giren ya da girmek için sıra bekleyen bu kültürel ve doğal değerlerin nasıl korunup yönetileceğini gösteren alan yönetim planlarını hazırlanmıyor ya da süresi geçmiş alan yönetim planlarını güncellemiyoruz. İşte o nedenle, Kültür ve Turizm Bakanlığı‘nın ulusal yönetim planlarını gösteren İnternet sayfasına baktığımızda, daimi ve geçici listede bulunan toplam 100 adet kültürel değerden sadece 28’inin planının bulunduğunu ve bunlardan 12’sine ait planların güncellenmesi gerektiğini görüyoruz. Örneğin İstanbul Tarihi Yarımada‘ya ait en son planın 2018-2022, Ani Kültürel Peyzaj Yönetim Planı‘nın 2015, Aphrodisias Antik Kenti Alan Yönetim Planı‘nın 2014-2018, Edirne Selimiye Camii Külliyesi Yönetim Planı‘nın da 2011-2015 döneminden sonra yenilenmediğine tanık oluyoruz.

Oysa ülkelerin kültürel değerlerinin yönetimi ile görevli otoritelerin, o eserin bulunduğu yerdeki belediyelerle alan yönetimlerinin o eserin yönetilip korunması ile ilgili planları devamlı güncelleyerek bu konuda ne ölçüde ciddi olduklarını göstermesi gerekiyor. Tabii ki de, bunu izleyip denetleyecek olan UNESCO‘nun da…

Ama ne yazık ki, UNESCO Türkiye Ofisi yetkilileriyle merkezi Paris‘te bulunan UNESCO‘nun, bizim gösterdiğimiz bu ciddiyet ve titizliği göstermediklerini, süresi dolmuş planların güncellenmesi konusunda çaba harcamadıklarını, en azından bu konuda bir şeyler yapmış olsalar bile koruma konusunu açısından önemli bir konu olan “toplumsallaşma” boyutunda kamuoyunu bilgilendirmediklerini görüyoruz. Aynen Mimar Sinan‘ın kalfalık eserim dediği ve muhteşem akustiği ile bildiğimiz Süleymaniye Camii restorasyonu sonrasında o eşsiz akustiğin bozulması, Ayasofya Müzesi‘nin camiye dönüştürülmesi ya da bugün çevresi yüksek panellerle kapatılıp hem yasal, hem de kamuoyu denetimine kapatılan gizli saklı restorasyon sonucunda kötü sürprizlerle karşı karşıya kalabileceğimiz Selimiye Camii ve Külliyesi restorasyonunda yaşayıp gördüğümüz gibi…

İşte o nedenle ülkemizde, yaşadığımız kent ve kasabalarda yan yana, iç içe yaşadığımız bu kültürel ve doğal değerlerin korunması konusunda “son çare” olarak gördüğümüz UNESCO‘nun da, UNESCO Türkiye Ofisi‘nin de uyarılması konusunda bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorum.

2021 yılında başlayıp 2025 yılında bitecek olan Selimiye Camii ve Külliyesi ve diğer kültürel değerlerin restorasyonları sonucunda, Süleymaniye Camii restorasyonunu yapan Gür İnşaat isimli aynı firmanın bize yeni bir kötü sürpriz yaşatmaması, bunu sağlamak amacıyla yasal yetkiye sahip olan proje müellifinin ve alan yönetimi üyelerinin restorasyon alanına girip yapması gereken denetimi gerçekleştirmesi; ayrıca, bu tür kültürel ve doğal değerlerin halk tarafından korunup sahiplenilmesi amacıyla kamuoyu denetimine açılması dileğiyle…

(1) https://ankahaber.net/haber/detay/selimiye_camiide_40_ay_surecek_restorasyon_calismasi_basladi_63964

(2)https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bircok-restorasyon-konusuldu-ama-sultanahmet-camiindeki-skandal-cok-buyuk-425967h.htm

(3) https://www.cnnturk.com/guncel/suleymaniyenin-akustigini-restorasyonlar-bozdu

(4) https://guryapi.com/project/edirne-selimiye-camii/

Selimiye Restorasyonu mahkemelik!

Olgay Güler

Türkiye’de 40 yıla yakın süredir mimarlık sektöründe yaptığı projelerle tarihi mirasların korunması için uğraşan, ‘restorasyonun duayeni‘ olarak adlandırılan Yüksek Mimar Acar Avunduk, Haziran 2013’te Mimar Sinan‘ın ‘ustalık eserim‘ dediği Selimiye Camisi için açılan ihaleyi kazandı. Ekibiyle birlikte Edirne‘ye gelen ve kelimenin tam anlamıyla 4,5 yıl Selimiye ile yatıp kalkan Avunduk ve ekibi, bu süreçte kapsamlı bir proje hazırladı. Projesi Anıtlar Kurulu tarafından kabul edilen Avunduk, restorasyon işinin başlayacağı süreci beklemeye koyuldu. 2017 yılından 2021 yılına kadar çalışmanın başlamasını bekledikleri belirten Avunduk, Kasım 2021’de restorasyon işinin iktidara yakın bir firmaya ‘adrese teslim‘ olarak verildiğini söyledi. Başlayan restorasyonda proje sahibi olarak denetimde bulunması gerektiği halde, tüm girişimlerine rağmen dahil edilmediklerini belirten Avunduk, restorasyon tabelasına isimlerinin bile yazılmadığını kaydetti.

4 YIL BOYUNCA MULTİDİSİPLİNER BİR ÇALIŞMAYLA PROJEYİ HAZIRLADIK

Projesini 4,5 yıl boyunca titizlikle hazırladıkları Selimiye‘nin, hataya yer verilmeyecek kadar değerli bir tarihi eser olduğunu belirten Avunduk, gelinen süreci şöyle anlattı: “Edirne Selimiye Camisi’nin projelerini Haziran 2013’te, açık bir ihale ile aldık. Mimarlık ofisim 40 yıldır bu işi yapıyor, restorasyon üzerine çalışıyoruz. 19 tane İstanbul’da ve Marmara bölgesinde ciddi anlamda büyük camilerin restorasyon projelerini hazırladığımız için liyakat esaslı tecrübemize dayalı bizi ihaleye çağırdılar ama açık ihaleye, davetli veya kayrılmış ihale değil. Bileğimizin hakkıyla ihaleyi kazandık ve ekibimi kurdum. Yaklaşık 20 kişilik ekiple ve multidisipliner bir çalışmayla ki 4 yıl süren ciddi bir çalışmadır bu, Edirne Selimiye Camii’ne yakışır nitelikte ulusal ve uluslararası yetkinlikte bir rölöve, restitüsyon ve restorasyon projesi hazırladık. Bu projeler 2017 yılında kuruldan her türlü takdirli, teşekkürlü onaylandı. 2017’de onaylanan bu projelerle hemen işe başlamamız gerekirken, bize restorasyona başlanacağı söylendiği halde yaklaşık 4 yıl beklendi. 4 yıl beklendikten sonra 2021 yılının 11’inci ayında 21-B yöntemiyle bu firmaya iş, adrese teslim olarak ihale edildi” dedi.

YAPILACAK YANLIŞ BİR RESTORASYON, UNESCO’DAN ÇIKMAYA SEBEP OLABİLİR

Avunduk, “Bu şirketin yaptığı bazı restorasyonlar sorunlu. Süleymaniye Camisi’nin restorasyonunu yaptı bu şirket. Yine 21-B yöntemiyle çağrıldılar ve Süleymaniye’nin akustiğinin tamamen bozulduğu iddia edildi. Koca Sinan’ın 500 yıl önce, hiçbir aletsiz, edevatsız, mikrofonsuz mükemmel şekilde akustiğini düzenlediği Süleymaniye’de bugün yüzlerce hoparlör ve mikrofon ve güçlükle imamların duaları arka sıradaki cemaat tarafından duyuluyor. Bu günlerce sosyal medyada gündeme geldi. İkinci bir konu çok yakın zamanda gündeme geldi; Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi vardı, bu konuyu da Ankara Mimarlar Odası dava etti. Orası da Ankara’nın korunması gereken çok özel Cumhuriyet dönemi miraslarından. Ne yazık ki burada da akıl almaz işler yapınca İdare Mahkemesi bu firmanın oradaki bütün çalışmalarını durdurdu. Dolayısıyla böyle bir şirketin, Selimiye Camisi gibi UNESCO listesinde yer alan, Edirne’nin her şeyi olan, uygarlık tarihinin baş anıtı eserlerinden birisi olan Selimiye’de yapılacak yanlış bir restorasyon hem UNESCO listesinden çıkarılmasına sebep olacak, hem de Edirne Selimiye ile birlikte uygarlık tarihimiz çok şey kaybetmiş olacak. Böyle bir restorasyon riskiyle karşı karşıyayız. Çünkü ihale açık bir ihale değil, tamamen özel adrese teslim restorasyon yapan bir şirkete veriliyor ve ciddi bir kontrol mekanizması, sistemi de olmadan” diye konuştu.

BİZE GÖREV VERİLMEDİ, PROJENİN DIŞINDA TUTULDUK

Kendisinin neden restorasyonun denetiminde görev alması gerektiğini açıklayan Avunduk, “Restorasyon başlayınca biz dedik ki, proje müellifi olarak biz görev bekliyoruz çünkü yasa gereği 680 sayılı ilke kararı var, diyor ki; projeyi yapan proje müellifi denetimden sorumludur uygulamada. Parası, pulu da önemli değil bana denetimi verin dedik. Ben 4-4,5 yıl 20 kişilik bir ekiple projesini yapmışsam, bu yapıyı her noktasına kadar en iyi tanıyan kişiyim, artı bu konuda 40 yıllık birikimim var, dolayısıyla uygulamanın da başında bulunayım, her gün gelip gideyim dedim. Ne yazık ki idare bu konuları yok sayarak bizlere görev vermedi ve mümkün olduğu kadar dışarı tuttu. Bir ara dönemin Vakıflar Bölge Müdürü Osman Güneren beyin iyi niyetiyle bilim kurulu üyesi olarak tayin edilmiştik, o zaman zaten ona bile ses çıkarmamıştım ama sonradan gördüm ki bilim kurulları da kullanılıyor. Ayrıca idareler, objektif değil subjektif kriterlerle bilim kurulu üyelerini seçiyor. Ama proje müellifi tamamen bağımsız, kendi hak ve yetkileri olan ve yasa karşısında da sorumlu olan insanlar. Bilim kurulların hiçbir hak ve sorumluluğu yok yanlış da yaptırsalar. Dolayısıyla bu konularda anlaşmazlığa düştük ve bilim kurulu üyeliğimden de istifa ettim” ifadelerini kullandı.

TABELAYA İSMİM BİLE YAZILMADI

Restorasyon tabelasında isminin de geçmemesine tepki gösteren Yüksek Mimar Avunduk, “Bir de isim konusu vardı. Dedim ki proje müellifi olarak 4,5 yıl emeğim geçmiş, artı 40 yıllık mimarım, inşaat panosunda lütfen ismimi yazın dedim. Bu Anayasal bir haktır, hiçbir sözleşmeyle devredilemez bir haktır, proje müellifinin restorasyon boyunca panoda ismi yazılır. Ne yazık ki bunlara da sıcak bakmadılar, ‘idarenin tasarrufu’ dediler. Müteahhidi yazıyorlar, 4 buçuk yıl emek veren 40 yıllık birikimiyle o projeleri yapan mimarın adını yazmıyorlar. Temel konular bu olunca biz bunu sulh yoluyla çözelim dedik hatta hakem heyetine bile başvurduk ama çözüm alamayınca yüce Türk adaletine güvenmek durumundayız. Dolayısıyla biz de dedik ki yargıya başvuruyoruz, Ankara’da hakimler var, İstanbul’da hakimler var dedik ve davamızı açtık” şeklinde konuştu.

CİDDİ BİR DENETİM SİSTEMİ YOK

En büyük endişelerinin, restorasyonda yapılacak yanlışlıklardan kaynaklı hatalar olduğunun altını çizen Avunduk, “En büyük endişemiz şu; parasında pulunda değiliz. Restorasyonda yapılacak yanlış bir tasarruf, yanlış bir imalatın geri dönüşü yok. Yaptığınız yanlış bir uygulama nesiller boyunca gelecek kuşaklara aktarılır, düzeltemezsiniz tekrar. Gelecek kuşakları da aldatmış oluruz, herkes zanneder ki Sinan yaptı bunu. Dolayısıyla ciddi bir denetim sisteminin olmadığını düşünüyoruz Selimiye’de şu anda. Ben gittiğimde proje müellifi olarak beni de şantiyeye sokmadılar. Ne yazık ki çok üzgünüz bu konuda. Müellifin bile sokulmadığı şantiyede nelerin yapıldığı, nasıl yapıldığı, bilime uyuldu mu? Bunların yapıldığından haberimiz yok” ifadelerini kullandı.

RESTORASYON BİLİM İNSANLARIYLA VE ULUSLARARASI DESTEKLE OLMALI

Selimiye‘yi, sanat tarihçilerinin ‘Die Stadtkrone‘ olarak adlandırdığı ‘Şehrin Tacı‘ olarak nitelendiren Avunduk, “Edirne’nin her şeyi olan, eski mimarlık tarihçilerinin ‘Die Stadtkrone’ dedikleri ‘Şehrin Tacı’ olan Edirne’nin her şeyi Selimiye’nin, uygarlık tarihin anıt eserlerinden Selimiye’nin çok ciddi, özenle ve bilim insanlarının da, müellif mimarının da katkısıyla, belki uluslararası destekle, ciddi şekilde restore edilmesi lazım. Tamamen kâr amaçlı kurulmuş bir şirketin insafına bırakılmaması gerekir diye düşünüyorum. O yüzden restorasyonda mutlaka çok ciddi bir kontrol sisteminin de işin başında olması lazım” dedi.

Gazeteci Olgay Güler tarafından kaleme alınan bu yazı 08 Ağustos 2022 tarihinde Edirne Hudut Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

http://www.hudutgazetesi.com/haber/74843/selimiye-restorasyonu-mahkemelik.html

https://www.avundukmimarlik.com.tr/tr/edirne-merkez-edirne-selimiye-camii-1991/

Bu da benim 100. yıl kutlamam…

Ali Rıza Avcan

Bu sayfalarda kendi özel yaşantımla ilgili konuları pek gündeme getirmem. Ancak yazdığım yazıların konusu ile ilgili olarak daha önce yaşadığım bir deneyimim, bir yaşanmışlığım varsa o olayı ya da örneği anlatarak o konunun benimle ilişkisini kurmaya çalışırım.

Ancak bugün anlatacağım konu, benimle; daha doğrusu ailemle ilgili özel bir konu olduğu için, tarihe not düşmek amacıyla yazdığım bu yazının daha önceki yazılarım arasında özel bir yere sahip olacağını düşünüyorum…

İstanbul, Şile Yeşilvadi (eski adılarıyla Safvetiye, Hiciz ve Heciz) köyünde doğan Çerkez asıllı Sami ile Kastamonu‘da Yörük kökenli bir ailenin kızı olarak doğan Pakize‘nin üçüncü evlatları ve tek oğulları olarak Ankara‘da doğan Ali Rıza, babasının babası olan 1881, Şile Kaşbaşı doğumlu Rıza ile babasının dedesi olan 1853, Samum doğumlu Ali‘nin ismini taşımaktadır.

Yaptığım araştırmaların sonucuna göre babamın ailesi, 93 Harbi olarak adlandırılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusya‘nın Soçi yakınlarındaki ata yurtlarından önce Batum‘a, daha sonra gemiyle İstanbul‘a gelip Kocaili (İzmit) sancağına bağlı Şile (File)’de padişah hassı olan topraklarda Avcıkoru (Çerkesköy, Hamidiye), Darlık, Safvetiye (Hiciz, Heciz, Yeşilvadi) ve Kaşbaşı (Kuşbaşı) köylerini kurmuş bir kökten geliyor.

Apanipha (Apan Kardeşler) ailesinin kızı Babaannem Fethiye Avcan ve babam Sami Avcan. Babamın resminin arkasında yazılı olan “fotoğraf arkası yazısı” ise aynen şu şekilde: “17.02.1938 tarihli hatıramdır. Felek cismimi mahvederse resmimi hatıra kalacak kıymetli kardeşim hakikatli kardeşiniz Sami Avcan

Ne 1955, Ankara doğumlu Ali Rıza, ne de 1913, Şile Kaşbaşı doğumlu Sami 1881 Samum doğumlu Rıza‘yı tanımamıştır. O nedenle, babasız bir ailede şehit oğlu olarak doğan Sami, duyarlı, demokrat ve anlayışlı bir baba olmakla birlikte vefat ettiği 1996 yılına kadar kendi ailesi içinde baba rolünü oynamakta zorluk çekmiş, çocukluğunda gözü önünde baba rolünü oynayan herhangi bir rol modeli olmadığı için babalığın nasıl bir şey olduğunu yaşayarak öğrenmiş, karısı ve çocukları da bundan hiç şikayetçi olmamıştır.

1913, Şile Kaşbaşı doğumlu Sami babasız büyümekle ve kendi ayakları üstünde dikilmekle birlikte hem kendisi hem de tüm ailesi 1881, Şile Kaşbaşı doğumlu Rıza‘yı Çanakkale Savaşı‘nda kaybettiklerini sanmaktadır. Aile içinde uzun yıllar dile getirilen söylentiye göre, baba Rıza ile Sami‘nin beş dayısı Çanakkale Savaşı‘nda şehit olmuştur. Hatta aynı söylentiye göre Sami‘nin doğumu üzerine Rıza‘ya mektupla müjde verildiği, onun da cevap olarak yazdığı mektupta adını Sami koyun dediği ifade edilmiştir.

Böylesi bir rivayetin ortaya çıkıp gelişmesi, savaşlarla geçen o dönem için beklendik bir durumdur. Çünkü o yıllarda artarda gelen 1911-1912 Balkan ve Trablusgarp, 1914-1918 I. Dünya ve 1919-1923 Ulusal Kurtuluş savaşları nedeniyle savaşmak üzere evden çıkan erkeklerin nerelere gittiği ve nerede şehit düştüğü kesin olarak bilinememekte, bütün ölümler daha fazla bilinen 1915 tarihli Çanakkale Savaşı‘na yakıştırılmaktadır.

İstanbul Vilayeti’ne bağlı Kocaili (İzmit) ve Çatalca Sancakları, Memalik-i Mahruse-i Şahane-i Mahsus Mükemmel ve Mufassal Atlas (1907)

Sami‘nin oğlu Ali Rıza bütün araştırmalarına rağmen dedesi Rıza‘nın adına Çanakkale Şehitleri listesinde rastlamamıştır. Üstüne üstlük ortada verilmiş bir madalya da yoktur. Çanakkale‘ye her gittiğinde duygulanıp üzülmekle birlikte babası Sami Çanakkale‘ye gitmeye kalktığında onun kalp hastası olduğunu hatırlatıp gidişini engellemektedir.

Ancak İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü‘nün alt ve üst soy listelerini açıkladığı 2018 yılında elde ettiği belgelerden dedesi Rıza‘nın 1912 yılında öldüğünü, babası Sami‘nin de 1913 yılında doğduğunu öğrenir. Böylelikle dedesi Rıza‘nın babasının doğumundan önce öldüğünü, mektupların gidip gelmesi suretiyle kendisine isim konulması söylentisinin gerçek olmadığını öğrenir ve dedesi Rıza‘nın Çanakkale Savaşı yerine 1. Balkan Savaşı‘nda şehit olabileceğini düşünmeye başlar. Üstüne üstlük aynı yıllarda akrabalarının yardımı ile hazırladığı 319 kişilik aile soy kütüğü sayesinde babasının beş değil, Faik ve Fevzi adında iki dayısı olduğunu öğrenir.

Pandeminin kol gezdiği ve insanların evlerinden çıkamadığı 2021 yılında Genelkurmay Başkanlığı‘na yazdığı bir dilekçede, babaannesi Fethiye ile kızı Atife ve oğlu Sami’ye babaları Rıza‘nın ölümü nedeniyle aile maaşı bağlandığını hatırlatarak dedesi Rıza‘nın 1912 yılında nerede, hangi tarihte ve ne şekilde öldüğünü sorar.

Yazdığı dilekçe üzerine Milli Savunma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürlüğü‘nden aldığı 17 Eylül 1921 sayılı cevap yazısı ekindeki belgelerden, 2 numaralı Balkan defteri sahife 17, sıra 3’deki kayda göre Şile Taburu 4. Bölük Çavuşu Şile‘nin Kaşbaşı karyesinden 1297 doğumlu Rıza bin Ali‘nin, 9 Teşrinievvel 328 (22 Ekim 1912) tarihinde Geçkinli muharebesinde şehit olduğunu, mahdumu Sami‘ye 50 kuruş, kerimesi Atife‘ye 50 kuruş aile maaşı bağlandığını öğrenir.

Böylelikle yıllardır aile içinde söylenegelen yanlış bir rivayet düzeltilmiş, Rıza bin Ali‘nin 1915 tarihli Çanakkale Savaşı yerine 1912 tarihli 1. Balkan Savaşı‘nın beşinci gününde Edirne ile Kırklareli arasındaki Süloğlu‘na bağlı Geçkinli köyü yakınında şehit olduğu ortaya çıkmıştır.

Oysa Ali Rıza, 1980’li yıllarda Süloğlu Belediyesi de dahil olmak üzere o çevredeki tüm belediyelerin denetim ya da soruşturmasını yaptığı halde, dedesinin bu topraklarda şehit düştüğünü bilmemekte; o nedenle bu topraklarla kendi ailesi arasındaki o değerli ilişkidir haberdar değildir.

Ali Rıza aile tarihini temelinden değiştiren bu yeni durum karşısında hemen tüm akrabalarını haberdar ederek bu doğru bilgiyi herkesin öğrenmesine çalışır ve 31 yaşında şehit olmuş olan dedesinin nasıl bir ruh hali içinde savaşa katılıp şehit olduğunu öğrenmek için Balkan Savaşları ile ilgili kitap, makale, bildiri ve belgesel olmak üzere tüm yayınları okumaya, notlar almaya, konuyu derinlemesine araştırmaya başlar. Bu okuma, öğrenme ve başkalarına anlatma uğraşısı öyle bir hale gelir ki, bugüne kadar 7-8 bin sayfa okuduğunu hesaplar ve savaşın o acımasız ortamının ayrıntılarını öğrendikçe dedesinin o savaştaki eziyet, işkence, yakma yıkma ve salgın hastalıkları görmeksizin savaşın beşinci günü şehit olmasına adeta şükreder.

Ardından da dedesi Rıza‘nın şehit olduğu yere giderek onu ziyaret etmek ister. 2022 yılının 22 Ekimi’nde sevgili dostu Orhan Beşikçi ile birlikte Basmane Günleri‘nin hazırlığını yaptığı için gidişini 2023 yılının 22 Ekim’ine erteler.

2023 yılı Ekim ayının ilk günlerinde hazırlıklara başlar. Trakya Üniversitesi‘nde öğretim üyesi olarak görev yapan dostu Yaşagül Ekinci Danışan‘ı arayarak ondan yardım ister. Böylelikle Edirne‘ye gittiğinde kalması için Trakya Üniversitesi Uygulama Oteli‘nde rezervasyon yapılır ve sonrasında İstanbul‘a uğramadan doğrudan Edirne‘ye gitmek istediği için İsparta Petrol firmasından gidiş ve dönüş biletlerini, ayrıca gittiğinde dostlarına vereceği armağanları alır. Ancak gidiş günü yanına aldığı armağan paketini acelesinden otobüs terminalinde unutur ve servis minibüsündeyken terminal görevlilerini arayarak unuttuğu çantanın kendisi İzmir‘e dönünceye kadar saklanmasını ister.

Gecenin bir vaktinde yeni ve ıssız Çanakkale Köprüsü geçilerek yapılan yolculuk sonrası 22 Ekim 2023, Pazar sabahı Edirne‘dedir. Dostlarıyla buluşana kadar, yaptığı perhizi unutarak Ali Paşa Çarşısı‘ndaki Sarıyer Börekçisi‘nin lezzetli böreklerini yiyip çayını içer ve 41-42 yıl önce geldiği Edirne‘de en iyi hatırladığı Selimiye Camii çevresindeki sokakları gezerek fotoğraflar çeker.

Büyük Selimiye Camisi yakınındaki tarihi belediye binasını daha önceden bilmektedir. Zira 1981-1982 yıllarında belediyedeki bir soruşturma nedeniyle üstadı mülkiye müfettişi rahmetli Recep Birsin Özen ve arkadaşları rahmetli Halil Özden ve Halil Toprak ile birlikte Edirne‘ye geldiğinde, o tarihi binadaki Atatürk‘ün kaldığı odanın karşısındaki odada kalmış, çatısında baca bulunmayan mücevher benzeri o muhteşem binanın 2-2,5 metreyi bulan büyük çini sobalarını, duvarlardaki büyük tablolarını aklında tutmuş, o büyük çini sobalardan çıkan dumanın baca yerine kanalizasyona verildiğini öğrenmiştir. O nedenle ilk görmek istediği yer bu binadır ve bu binanın önünden, arkasından ve yan cephesinden fotoğraflar çekerek güvenlik görevlisi ile birlikte içinde dolaşıp anılarını tazelemeye çalışır. Ancak bu kez, Paris Belediyesi‘nin küçük bir örneği olarak yapılan binanın daha önceden öğrendiği şekilde 1860 yılında değil, 1898-1900 yıllarında Edirne Belediye Başkanı Cezzar Dilaver Bey tarafından mühendis Nazif Akanlar‘ın projesine göre 5.000 liraya yaptırıldığını, aynı mühendisin 1905 tarihli Büyük Edirne Yangını sonrasında Kaleiçi bölgesinin yeniden imarını sağlayan planı da çizdiğini öğrenerek aklında kalan yanlışları düzeltir.

Sonrasında binanın çevresindeki güzel, tarihi yapıların, hemen yakınındaki Üç Şerefli Cami ile Eski (Ulu) Cami‘nin avlu, kapı ve pencere ayrıntılarını, kıyıda köşede kalıp fazla bilinmeyen mekânların, üzerine daha sonraları Edirne Saat Kulesi‘nin inşa edildiği Makedonya Kulesi‘nin, İzmir‘in tarihi Kemeraltı Çarşısı‘na benzeyen tarihi Ali Paşa Çarşısı‘ndaki tarihi binalarla çalışanların fotoğraflarını çeker, onlarla sohbet eder.

Dikkatini çeken en önemli görüntü ise, Pazar sabahı olmasına rağmen otobüslerinin başına biriken ya da çarşıda gruplar halinde dolaşan yer yaştaki Bulgar turistler olur. Bu turistlerin sırf alışveriş yapmak için gelip gittiklerini televizyon haberlerinden bilir. Kendisine yardımcı olacak dostlarını beklerken oturup sohbet ettiği Bulgar göçmeni Edirnelilerin ellerindeki mallarla ve bildikleri Bulgarca ile turistlerle konuştuğuna tanık olur. Ve bu görüntü karşısında, dedesini öldüren Bulgar ordusu askerleri ile bugün bu çarşıyı dolaşıp alışveriş yapan Bulgarlar arasındaki ilişkiyi sorgular ve her iki ulus arasında oluşturulan barış ortamının ne kadar iyi olduğunu düşünerek dedesinin bu ortamın oluşumundaki payını sorgular.

Ardından dostları Trakya Üniversitesi öğretim üyesi, Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi UNESCO Alan Yönetimi Danışma Kurulu Başkanı ve UNESCO Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı eski başkanı Yaşagül Ekinci Danışan, eşi Can Tekin Danışan ve kızları Asude Danışan ile buluştuğunda, Edirne Tanıtım ve Turizm Derneği Başkanı Bülent Bacıoğlu ile tanışır ve onlarla birlikte Süloğlu ilçesi yakınındaki Geçkinli köyüne doğru yola çıkar. Aşağı yukarı 30 dakikalık yolculuk sonrasında gördüğü ilk “Geçkinli Şehitliği 1912” tabelasının önünde poz verir ve ardından önce köyün mezarlığını, sonrasında da köyün batısındaki bir tepenin üstündeki Geçkinli Şehitliği‘ne gider.

Buradaki ruh hali üzüntü, acı ve burayı bulup gelmiş olmanın sevinci ile yüklüdür… Anıtı ziyaret ederek bu topraklarda şehit olanlarla dedesine saygısını sunar, babası ve babaannesinin mezarı ile Yeşilvadi‘deki evlerinin bahçesinden getirdiği toprakları baba, eşi ve oğul arasındaki sevgi ilişkisini vurgulamak amacıyla anıtın çevresindeki ağaçların dibine serper. Kendisinin oraya gelişini duyup gelen Anadolu Ajansı muhabiri Gökhan Balcı ile görüşerek buraya geliş amacını, hissettiklerini ve barış dileklerini dile getirir. Dedesinin ölümünden 111 yıl sonra kendisi, babası ve tüm ailesi adına yaptığı bu ilk ziyaretin nedenlerini açıklamaya çalışır.

Sonrasında dostları ile birlikte Edirne‘ye dönerek Meriç nehri kenarındaki Lozan Barış Anıtı‘nı, İzmirlilerin çok yakından tanıdığı Mimar Kemalettin‘in eseri tarihi Karaağaç Garı‘nı ziyaret eder, onların fotoğraflarını çeker. Meriç nehri kenarında TOKİ mantığı ile yapılan çevreye uyumsuz, nehri beton bir kanala dönüştüren beton setleri görür ve içi acır. Bu arada, İzmirli dostlarının tavsiyelerini dikkate alarak Edirne‘nin meşhur ciğer tavasını yemeyi ihmal etmez.

Trakya Üniversitesi Uygulama Oteli‘ndeki geceleme sonrasında ertesi gün Edirne‘nin Kaleiçi Mahallesi‘ndeki güzel tarihi binaların arasında dolaşır, onların fotoğraflarını çeker. Kullanım hakkı, “bal tutan parmağını yalar” mantığıyla zamanın Milli Eğitim Bakanı‘nın başkanı olduğu TED Koleji‘ne verilen boş ve harap tarihi yapıyı görür, 2021 yılında başlayıp 2025 yılına kadar devam edeceği söylenen ve bu nedenle ziyarete kapatılan Selimiye Camii‘ne giderek restorasyon sırasında kimseyi; hatta restorasyon projesini hazırlayan Yüksek Mimar Acar Avunduk‘u bile içeri almayan yandaş şirketin yöneticileri ile tartışır ve tüm ülkenin pek de haberdar olmadığı bu sorunu “restorasyonda şeffaflık” başlığıyla ülke gündemine taşımaya karar verir, ardından Edirne‘deki kadim Yahudi kültürünün izlerini takip etmek için Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi‘ni ziyaret eder. Küçük ve oldukça sevimli bu müzenin bahçesindeki iki mezar taşı dışında Edirne Yahudileri ile ilgili hiçbir kültürel değere rastlamayınca bunu müze görevlilerine bildirir. Ayrıca Pazar günü ziyaret ettiği 1. derece koruma altındaki Geçkinli Şehitlik Anıtı‘nın Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi‘nden aldığı Edirne ile ilgili turizm tanıtım belgelerinde yer almaması nedeniyle, bu durumu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bildirmeye karar verir.

Edirne Büyük Sinagogu

1980’li yıllardaki ziyaretlerinde bakımsız, harap halde görüp etkilendiği Edirne Büyük Sinagogu‘nu, Pazar günü önünden geçerken açık gördüğü için gidip ziyaret etmek ister ama kapıları kapalı olduğu için içeri giremez ve binanın bu yeni halinin fotoğraflarını çekmekle yetinir.

Bu kadar yoğun geçen günün sonunda da günün tüm yorgunluğu ile Edirne Otobüs Terminali‘nden İzmir‘e dönüş yapmak üzere yola çıkar. Yolda otobüs şoförü, yeni Çanakkale Köprüsü‘nden geçmek yerine arabalı vapurla Eceabat‘tan Çanakkale‘ye geçmeyi tercih ettiğinde gece ışıklarıyla birlikte hem Çanakkale‘yi hem de denizden Kilidülbahir Kalesi‘ni gördüğü için sevinir.

Yaptığı yolculuk sorasında Edirne‘de gördüğü tüm tarihi yerler ve yapılar hakkında araştırmalar yapmaya, çektiği fotoğraflardan oluşan albümleri sosyal medyada, o fotoğraflardaki mekân ve yapılar hakkında bilgiler vererek paylaşmaya, Edirne seyahati sırasında öğrendiği Kabul Baba ve Hasan Rıza gibi şahsiyetler hakkında araştırmalar yapmaya, bir sonraki gelişinde Şükrü Paşa Tabyası, Kırkpınar ve Sarayiçi gibi eksik kalan yerleri gezmeye, bugüne kadar İzmir‘e odaklanan araştırma çalışmalarını Edirne ya da Bursa gibi diğer tarihi kentlerde olup bitenle mukayese ederek geliştirmeye, İzmir‘e benzeyen bu kentlerdeki çalışmaları yakından izleyerek İzmir‘e örnek göstermeye karar verir ve bu düşüncelerini İzmir‘deki yakın dostları ile paylaşır.

Böylelikle, 111 yıldır bilinmeyen bir şehitlik hikâyesinin tüm ayrıntılarını öğrenip bizler için korkmadan, kaçmadan savaşıp şehit olan bu kahramanlara borçluluğumuzu bilip saygımızı göstererek, geçmişle bugün ve gelecek arasındaki hafıza ve duygu köprülerini kurarak hissedilen hak edilmiş bir ferahlama ve mutluluk haliyle kendimi Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamaya daha bir hazır hissettiğimi söyleyebilirim…

Tabii ki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın 100. Yılı Kutlamaları nedeniyle dile getirdiği “vazgeçmem” şeklindeki sadce kendini düşünen bireysel söylem yerine, beni ve herkesi kucaklayan “vazgeçmeyeceğiz” söylemini tercih ederek…

Not: Yazıma konu yaptığım Edirne seyahati sırasında çektiğim fotoğrafları, “Selimiye Camii ve Çevresi“, “Edine, Kaleiçi” ve “Edirne, Karaağaç” albümleri şeklinde Facebook‘ta paylaşacağımı duyurmak isterim.