Selimiye Restorasyonu mahkemelik!

Olgay Güler

Türkiye’de 40 yıla yakın süredir mimarlık sektöründe yaptığı projelerle tarihi mirasların korunması için uğraşan, ‘restorasyonun duayeni‘ olarak adlandırılan Yüksek Mimar Acar Avunduk, Haziran 2013’te Mimar Sinan‘ın ‘ustalık eserim‘ dediği Selimiye Camisi için açılan ihaleyi kazandı. Ekibiyle birlikte Edirne‘ye gelen ve kelimenin tam anlamıyla 4,5 yıl Selimiye ile yatıp kalkan Avunduk ve ekibi, bu süreçte kapsamlı bir proje hazırladı. Projesi Anıtlar Kurulu tarafından kabul edilen Avunduk, restorasyon işinin başlayacağı süreci beklemeye koyuldu. 2017 yılından 2021 yılına kadar çalışmanın başlamasını bekledikleri belirten Avunduk, Kasım 2021’de restorasyon işinin iktidara yakın bir firmaya ‘adrese teslim‘ olarak verildiğini söyledi. Başlayan restorasyonda proje sahibi olarak denetimde bulunması gerektiği halde, tüm girişimlerine rağmen dahil edilmediklerini belirten Avunduk, restorasyon tabelasına isimlerinin bile yazılmadığını kaydetti.

4 YIL BOYUNCA MULTİDİSİPLİNER BİR ÇALIŞMAYLA PROJEYİ HAZIRLADIK

Projesini 4,5 yıl boyunca titizlikle hazırladıkları Selimiye‘nin, hataya yer verilmeyecek kadar değerli bir tarihi eser olduğunu belirten Avunduk, gelinen süreci şöyle anlattı: “Edirne Selimiye Camisi’nin projelerini Haziran 2013’te, açık bir ihale ile aldık. Mimarlık ofisim 40 yıldır bu işi yapıyor, restorasyon üzerine çalışıyoruz. 19 tane İstanbul’da ve Marmara bölgesinde ciddi anlamda büyük camilerin restorasyon projelerini hazırladığımız için liyakat esaslı tecrübemize dayalı bizi ihaleye çağırdılar ama açık ihaleye, davetli veya kayrılmış ihale değil. Bileğimizin hakkıyla ihaleyi kazandık ve ekibimi kurdum. Yaklaşık 20 kişilik ekiple ve multidisipliner bir çalışmayla ki 4 yıl süren ciddi bir çalışmadır bu, Edirne Selimiye Camii’ne yakışır nitelikte ulusal ve uluslararası yetkinlikte bir rölöve, restitüsyon ve restorasyon projesi hazırladık. Bu projeler 2017 yılında kuruldan her türlü takdirli, teşekkürlü onaylandı. 2017’de onaylanan bu projelerle hemen işe başlamamız gerekirken, bize restorasyona başlanacağı söylendiği halde yaklaşık 4 yıl beklendi. 4 yıl beklendikten sonra 2021 yılının 11’inci ayında 21-B yöntemiyle bu firmaya iş, adrese teslim olarak ihale edildi” dedi.

YAPILACAK YANLIŞ BİR RESTORASYON, UNESCO’DAN ÇIKMAYA SEBEP OLABİLİR

Avunduk, “Bu şirketin yaptığı bazı restorasyonlar sorunlu. Süleymaniye Camisi’nin restorasyonunu yaptı bu şirket. Yine 21-B yöntemiyle çağrıldılar ve Süleymaniye’nin akustiğinin tamamen bozulduğu iddia edildi. Koca Sinan’ın 500 yıl önce, hiçbir aletsiz, edevatsız, mikrofonsuz mükemmel şekilde akustiğini düzenlediği Süleymaniye’de bugün yüzlerce hoparlör ve mikrofon ve güçlükle imamların duaları arka sıradaki cemaat tarafından duyuluyor. Bu günlerce sosyal medyada gündeme geldi. İkinci bir konu çok yakın zamanda gündeme geldi; Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi vardı, bu konuyu da Ankara Mimarlar Odası dava etti. Orası da Ankara’nın korunması gereken çok özel Cumhuriyet dönemi miraslarından. Ne yazık ki burada da akıl almaz işler yapınca İdare Mahkemesi bu firmanın oradaki bütün çalışmalarını durdurdu. Dolayısıyla böyle bir şirketin, Selimiye Camisi gibi UNESCO listesinde yer alan, Edirne’nin her şeyi olan, uygarlık tarihinin baş anıtı eserlerinden birisi olan Selimiye’de yapılacak yanlış bir restorasyon hem UNESCO listesinden çıkarılmasına sebep olacak, hem de Edirne Selimiye ile birlikte uygarlık tarihimiz çok şey kaybetmiş olacak. Böyle bir restorasyon riskiyle karşı karşıyayız. Çünkü ihale açık bir ihale değil, tamamen özel adrese teslim restorasyon yapan bir şirkete veriliyor ve ciddi bir kontrol mekanizması, sistemi de olmadan” diye konuştu.

BİZE GÖREV VERİLMEDİ, PROJENİN DIŞINDA TUTULDUK

Kendisinin neden restorasyonun denetiminde görev alması gerektiğini açıklayan Avunduk, “Restorasyon başlayınca biz dedik ki, proje müellifi olarak biz görev bekliyoruz çünkü yasa gereği 680 sayılı ilke kararı var, diyor ki; projeyi yapan proje müellifi denetimden sorumludur uygulamada. Parası, pulu da önemli değil bana denetimi verin dedik. Ben 4-4,5 yıl 20 kişilik bir ekiple projesini yapmışsam, bu yapıyı her noktasına kadar en iyi tanıyan kişiyim, artı bu konuda 40 yıllık birikimim var, dolayısıyla uygulamanın da başında bulunayım, her gün gelip gideyim dedim. Ne yazık ki idare bu konuları yok sayarak bizlere görev vermedi ve mümkün olduğu kadar dışarı tuttu. Bir ara dönemin Vakıflar Bölge Müdürü Osman Güneren beyin iyi niyetiyle bilim kurulu üyesi olarak tayin edilmiştik, o zaman zaten ona bile ses çıkarmamıştım ama sonradan gördüm ki bilim kurulları da kullanılıyor. Ayrıca idareler, objektif değil subjektif kriterlerle bilim kurulu üyelerini seçiyor. Ama proje müellifi tamamen bağımsız, kendi hak ve yetkileri olan ve yasa karşısında da sorumlu olan insanlar. Bilim kurulların hiçbir hak ve sorumluluğu yok yanlış da yaptırsalar. Dolayısıyla bu konularda anlaşmazlığa düştük ve bilim kurulu üyeliğimden de istifa ettim” ifadelerini kullandı.

TABELAYA İSMİM BİLE YAZILMADI

Restorasyon tabelasında isminin de geçmemesine tepki gösteren Yüksek Mimar Avunduk, “Bir de isim konusu vardı. Dedim ki proje müellifi olarak 4,5 yıl emeğim geçmiş, artı 40 yıllık mimarım, inşaat panosunda lütfen ismimi yazın dedim. Bu Anayasal bir haktır, hiçbir sözleşmeyle devredilemez bir haktır, proje müellifinin restorasyon boyunca panoda ismi yazılır. Ne yazık ki bunlara da sıcak bakmadılar, ‘idarenin tasarrufu’ dediler. Müteahhidi yazıyorlar, 4 buçuk yıl emek veren 40 yıllık birikimiyle o projeleri yapan mimarın adını yazmıyorlar. Temel konular bu olunca biz bunu sulh yoluyla çözelim dedik hatta hakem heyetine bile başvurduk ama çözüm alamayınca yüce Türk adaletine güvenmek durumundayız. Dolayısıyla biz de dedik ki yargıya başvuruyoruz, Ankara’da hakimler var, İstanbul’da hakimler var dedik ve davamızı açtık” şeklinde konuştu.

CİDDİ BİR DENETİM SİSTEMİ YOK

En büyük endişelerinin, restorasyonda yapılacak yanlışlıklardan kaynaklı hatalar olduğunun altını çizen Avunduk, “En büyük endişemiz şu; parasında pulunda değiliz. Restorasyonda yapılacak yanlış bir tasarruf, yanlış bir imalatın geri dönüşü yok. Yaptığınız yanlış bir uygulama nesiller boyunca gelecek kuşaklara aktarılır, düzeltemezsiniz tekrar. Gelecek kuşakları da aldatmış oluruz, herkes zanneder ki Sinan yaptı bunu. Dolayısıyla ciddi bir denetim sisteminin olmadığını düşünüyoruz Selimiye’de şu anda. Ben gittiğimde proje müellifi olarak beni de şantiyeye sokmadılar. Ne yazık ki çok üzgünüz bu konuda. Müellifin bile sokulmadığı şantiyede nelerin yapıldığı, nasıl yapıldığı, bilime uyuldu mu? Bunların yapıldığından haberimiz yok” ifadelerini kullandı.

RESTORASYON BİLİM İNSANLARIYLA VE ULUSLARARASI DESTEKLE OLMALI

Selimiye‘yi, sanat tarihçilerinin ‘Die Stadtkrone‘ olarak adlandırdığı ‘Şehrin Tacı‘ olarak nitelendiren Avunduk, “Edirne’nin her şeyi olan, eski mimarlık tarihçilerinin ‘Die Stadtkrone’ dedikleri ‘Şehrin Tacı’ olan Edirne’nin her şeyi Selimiye’nin, uygarlık tarihin anıt eserlerinden Selimiye’nin çok ciddi, özenle ve bilim insanlarının da, müellif mimarının da katkısıyla, belki uluslararası destekle, ciddi şekilde restore edilmesi lazım. Tamamen kâr amaçlı kurulmuş bir şirketin insafına bırakılmaması gerekir diye düşünüyorum. O yüzden restorasyonda mutlaka çok ciddi bir kontrol sisteminin de işin başında olması lazım” dedi.

Gazeteci Olgay Güler tarafından kaleme alınan bu yazı 08 Ağustos 2022 tarihinde Edirne Hudut Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

http://www.hudutgazetesi.com/haber/74843/selimiye-restorasyonu-mahkemelik.html

https://www.avundukmimarlik.com.tr/tr/edirne-merkez-edirne-selimiye-camii-1991/

Konservasyon denilen şey…

Nurşin Altunay

Türkiye’de restorasyon projelerinden kazanılan para yüzünden olacak konservasyon projelerine hiç prim verilmiyor.

Sterilizasyon öyle girmiş ki yaşamlara, düzen dedikleri askeri nizama o kadar alıştırılmışız ki eski eserleri bile pir-ü pak görmeye bayılır olmuşuz. Orada ne yok ediliyor umrumuzda değil. Temiz olsun, düzenli olsun, eski de olsa yeni görünsün.

Korumak ve Onarmak

En basit tanımlama ile kültür varlıklarının onarımına restorasyon, korunmasına ise konservasyon denmektedir. Kültür varlığı ise geniş bir kavramdır. Müzede gördüğümüz en küçük obje de kültür varlığıdır, antik bir tiyatronun tek bir taşı da, tarihi bir sokak da, bir cami de, eski bir elbise de, tarihi bir bostan da, koskoca bir şehir de.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra soylulara, kraliyete ve kiliseye duyulan öfke ile bu kurumlarla ilişkisi kurulan saray, şato, kilise gibi birçok yapıya zarar verilmişti. Uzun süre de bu yapılarla kimse ilgilenmedi. Nasıl ki çevre gitgide daha fazla zarar görmeye, yok olmaya başlayınca çevre mühendisliği diye bir bilim ortaya çıktı, aynı bu şekilde Fransızlar da kaybolmuş veya kaybolmaya yüz tutmuş yapılara ilgi duymaya başlayarak “koruma” düşüncesinin temelini attılar. Kaybetmek korumayı hatırlattı, diyebiliriz.

Kültür varlıklarının koruma ve onarım tarihi çeşitli kuramlarla doludur. Her kuram karşı kuramını oluşturmuş ama en sonunda bir fikir birliğine ulaşılabilmiştir. 1931 Carta del Restauro’dan sonra 1964 Venedik Tüzüğü ve 1975 Amsterdam Bildirgesi ile uluslararası koruma ve onarım kuralları belirlenmiştir. Buna rağmen restorasyon ve konservasyonla ilgili hala birçok tartışma yapılmakta, devinim devam etmektedir.

Türkiye’de de kültür varlıkları devlete ait olduğu için korunması ve onarılmasından devlet sorumludur. Elbette devletten uluslararası kurallara riayet etmesi beklenir. Restorasyon işlerini çoğu zaman devlet birebir üstlenmez ve taşeronlara yani özel şirketlere verir. Konusunda uzmanlaşmış şirketlerin bu tür işleri yapmasında elbette sakınca yoktur. Ancak işin bilimsel olarak yapılması şartını yerine getirememek problem yaratır. Devlet restorasyon projelerini kontrol eder. Etmekle yükümlüdür demek belki daha doğru olur.

Taşeron şirketler bu işi kar amaçlı yapmaktadırlar. Adı üstünde, şirkettirler ve yaptıkları işten hem geçinmek zorundadırlar hem de elemanlarına maaş vermelidirler. Bütçeler bellidir. İhaleler işi en iyi yapabilecek olana değil, en uygun fiyatla yapabilecek olana verilir. İşin içine para girince de bir şeylerin ters gitme veya hiç gitmeme ihtimali yükselir. Kültür varlıkları, hem de çok ama çok kıymetli eserler şişirme işçilikle, yanlış malzeme uygulamasıyla, bilimsellikten uzak restorasyon projeleriyle dönüşü olmayan zararlara uğrayabilir. Hatta bazıları restorasyon sırasında yanabilir.

Koruma mı, onarım mı?

Burada restorasyon kuramlarından biraz bahsetmek gerekiyor. Fransa’da ortaya çıkmış ‘üslup birliği’ adı verilen restorasyon kuramına karşı İngiltere’de başka bir düşünce ortaya çıkmıştı. Bu eleştirel bakış açısı yapıların restorasyon uygulamaları ile değiştirilmesine karşı çıkıyordu. Romantik görüş ismi verilen bu anlayışta “Restorasyon bir yapının başına gelebilecek en kötü şey.” (Ruskin söylemiş bunu) olarak tanımlanıyor ve yapıları olduğu gibi koruma fikri ön plana çıkartılıyordu. O günden beri çok tartışılan bir konudur bu. Onarmak mı, olduğu gibi korumak mı? ‘Theseus’un Gemisi’ hikâyesi tam da bu tartışmaya denk gelir. Burada gerçekten bir paradoks vardır. Girit’ten zafer kazanarak dönen Theseus’un gemisi Atina’da hatıra olarak uzun süre korunur. Zamanla geminin tahtaları çürüdükçe yenileriyle değiştirilir. Öyle ki, bir gün geminin değiştirilmedik hiçbir parçası kalmaz. Bu durumda gemi hala Theseus’un gemisi sayılır mı, yoksa başka bir gemi haline mi gelmiştir? Önemli olan gemi midir, hatırası mıdır?

Restorasyon bir yapıya müdahaledir. Dolayısıyla çok iyi düşünülmesi ve planlanması gerekir. Elbette her şey eskir ve onarım gerektirir. Ama bu işlevini sürdüren yapılar için kolaylıkla alınabilecek bir kararken işlevini yitirmiş, artık kullanılmayan, bütünlüğünü yitirmiş kültür varlıkları söz konusu olduğunda alınması zor bir karardır.

bursa-balibey-hani-01
Bursa, Balibey Hanı Eski Durumu

bursa-balibey-hani-02
Bursa, Balibey Hanı Yeni Durumu

Selçuklu Kümbeti, Osmanlı Hanı

 

Geçtiğimiz aylarda özellikle sosyal medya üzerinde sıkça karşılaşılan ve paylaşılan iki ayrı yapıya ait fotoğraflardan biri Bursa Balibey Hanı’na aitti. Bu yapı üzerinden konuşursak yukarıdaki paragraf daha anlamlı olacak. Büyük bir kısmı yıkılmış ama yine de güzel ve özel gözüken bir hanı olduğu gibi korumak yerine tamamen yeniden inşa etmek restorasyon mudur?

Tam olarak bunu yapmışlar. Evet, Venedik Tüzüğü yapıların korunması için yapılara işlev kazandırılsın der. Ama bu güzelim duvarları görünmez kılarak, planı bozarak, bambaşka bir şeye döndürmek demek değildir. Şimdi geriye Bali Bey Hanı’nın isminden başka hiç bir şey kalmamıştır. Üstelik işlev kazandırmak kamuya açık bir yer haline getirmek midir yoksa sadece cebinde dışarıda yemek yiyebilecek parası olanlara hizmet eden bir restorana çevirmek midir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.

Koruma ve onarım düşüncesini ilk geliştiren ve Fransız Devrimi ile zarar gören yapıları korumak ve onarmak fikrini ortaya atan E. E. Viollet le Duc ismindeki kişi binaları tamamen değiştirebiliyordu. Mesela bir kilise inşaatı yüz yıl sürdü diyelim. Bu yıllar boyunca üsluplar değişir, ustalar değişir, zevkler değişir. Ama yapı yine de özgün ve özeldir. İşte le Duc böyle bir binanın restorasyonunu yaparken en eski üslup ne ise yapıyı o üslupta yeniden yapıyordu. Yapıyı hiç olmadığı bir hale çeviriyordu. Bunları şu yüzden yazdım. Bali Bey Hanı’nda yapılanlar bana en eski ve hükmü kalmamış koruma ve onarım fikrinin çok fazla etkisinde kaldıklarını düşündürttü. Ancak en eski üsluba geri döndürmek kısmını atlayarak, sadece yapıyı hiç olmadığı bir hale çevirmek kısmını uyguluyor olmalılar.

Sosyal medyada yer alan, gazetelere çıkan ikinci yapı Van Gevaş’ta yer alan bir kümbetle ilgiliydi. Fotoğraflar kümbetin neredeyse dibine yapılmış bir binayı gösteriyordu.

Kültür varlığı ve çevresi bir bütün olarak ele alınmalıdır. Çünkü eser çevresi ile bir ilişki içindedir. O ilişkiyi bozmak yapının ruhuna ihanettir. Van’daki Halime Hatun Kümbeti’nin hemen arkasına yapılan bina bu güzel mezara ihanet değil de nedir? Etrafı ağaçlarla çevriliyken böylesine rezil bir fonu bu kümbete layık görmek o yapıyı korumakla mükellef devletin ona verdiği değeri ispatlamaz mı?

Bıraksınlar artık, bir şeyler de olduğu gibi kalsın. Eski duvarlar görmeye ihtiyacımız var, onlardaki ruhu görebilenler var, yıkık bir binaya bakıp eski halini düşünenler, onu anlamaya çalışanlar var. Neden orası bir park, bir bahçe olmuyor, yeşil alan kalamıyor, ortada tıpkı bir heykel gibi o yapıdan geriye ne kaldıysa o durmuyor da hemen üzerinden para kazanmaya çalışılıyor, anlamak mümkün değil. Eski duvar işçiliği, tek bir duvar bile kalmış olsa, en pahalı konut projesinden daha çok bilgi aktarıyor, kaybedilmiş bir sürü değeri anımsatıyor.

Konservasyon diye bir şey olduğunu hatırlatmak lazım. Türkiye’de restorasyon projelerinden kazanılan para yüzünden olacak, konservasyon projelerine hiç prim verilmiyor.

Sterilizasyon öyle girmiş ki yaşamlara, düzen dedikleri askeri nizama o kadar alıştırılmışız ki eski eserleri bile pir ü pak görmeye bayılır olmuşuz. Orada ne yok ediliyor umrumuzda değil. Temiz olsun, düzenli olsun, eski de olsa yeni görünsün. Başka bir şeyi umursamıyor muyuz? Yıkık ve yarım şeyler bize içimizdeki yıkıntıları mı hatırlatıyor acaba da onlara dayanamıyoruz?

Baraj suları altında bırakılan antik kentler gördük. Hatta o zamanlar denildi ki “Sadece İslam kültürüne değer veriyorlar. Antik eserler onlar için taş yığını, üç beş kırık çömlek.” Ama yukarıdaki her iki örnek de bunu yalanlıyor. Anadolu’yu ve emanetlerini bir bütün olarak görmek, sevmek, korumak, anlamak şöyle dursun, yere göğe koyamadıkları devletlerin eserlerini bile görmüyor gözleri. Görebildikleri tek şey para olmalı..

gevas-kumbet-01
Van, Gevaş Halime Hatun Kümbeti

gevas-kumbet-02
Van, Gevaş Halime Hatun Kümbeti

Kültür Varlıkları Ranta Teslim

 

Kültür varlıklarımız paraya, ranta kurban ediliyor. Burada baraj suları altında kalan arkeolojik sit alanlarına, kültür varlıklarına (bunun içine yok olan köyler de dahildir.) değinmeden edemeyeceğim.

Türkiye Barajlar ve Kültürel Miras İzleme Komitesi’nin açıkladığı veriler çok çarpıcı. Bianet. org ’da yer alan açıklama (18.06.2002) şu şekilde:

Atatürk Barajı’nda 580 arkeolojik yerleşme yok oldu. Ancak 19’u belgelenebildi. Aralarında Zeugma, Apameia, Halfeti, Kalemeydanı, Rumkale gibi 30’un üzerindeki tarihi yerleşim, Birecik Barajı sularına terk edildi.

* Ancak 4 yerde kazı yapıldı.

* Karkamış Baraj alanında 48 yerleşme mevcut. Ancak 8’inden veri alınabildi. Ceyhan Nehri üzerindeki Aslantaş Baraj Gölü altında 25 yerleşme kaybedildi. Yalnız biri belgelenebildi.

* Dünyadaki antik 4 sağlık yurdundan (Asklepion) biri olan Allianoi yalnızca sulama amaçlı Bergama-Yortanlı Barajı’nın suları altında kalacak.”

2002 yılında Allianoi sular altında kalacak deniyordu. Bugün tamamen sulara gömülmüş durumda. Ne yazık.. Büyük bir kısmı kazılamadı. Açıklamadan bugüne çok zaman geçti. Mesela 2012 de çok büyük bir baraj olan Boyabat Barajı açıldı. Kim bilir altında kaç tane arkeolojik sit alanı kaldı. Kaçında kazı yapıldı, kaçı tespit edildi, kaçından hiç haberimiz olmadı ve olmayacak? Hasankeyf’i sular altında bırakacak baraj da hızla devam ediyor. İnsanlara yeni evler (TOKİ konutları) yapılmış da dağıtılmaya bile başlanmış. Yok, etmek ve yok edilmeyeni de restore ederek yok hale getirmek karşısında suskunluğumuz büyüyor sadece, başka büyüyen hiç bir şey yok.

Bizler kültür varlıklarının yok edilmesine, berbat restorasyonlarla tahrip edilmesine o kadar alışmışız ki sosyal medyada “Bergama Sunağı kaçırıldı ve bu halde (Almanya’daki Bergama Sunağı’nın sergilendiği mekânın fotoğrafı gösteriliyor.) Biz ise bunu yapıyoruz (Ağız kısmına modern bir musluk takılmış Antik bir heykel fotoğrafı gösteriliyor)” şeklinde dönüp duran gönderideki heykelin bizim ülkemize ait olmadığı aklımıza bile gelmiyor. Bize aitmiş gibi gösterilen heykel aslında Pompei’de bir hamamda. Bu alışmış olma durumuna ikinci bir örnek de İsviçre’nin Luzern şehrinde yer alan meşhur aslan heykelinin fotoğrafının “Aslantaş Barajı altında kaldı. Sadece sular çekildiğinde ortaya çıkıyor.” denilerek yayımlanması ve herkesin üzüntüsünü dile getire getire bu gönderiyi paylaşıp durması ile ortaya çıktı. Biz şahane kültürel varlıklarımız olduğuna inanıyor ama onların nasıl olsa bir şekilde yok edileceğine mi inanıyoruz? Biz neden bunlara alıştırıldık? Biz neden “Biz zaten korumayız ki” diyoruz? Neden tüm kötü örneklerin bize ait olduğundan şüphe duymayacak kadar yenilmişiz?

Kültür varlıkları sadece o ülkede yaşayanlara değil, dünyaya, hatta evrene aittir. Çünkü onlar bizim geçmişimiz, kimliğimiz, tarihimiz, bilgimizdir. Ne sular altında kalmasına, ne saygısızca müdahale edilmesine, ne herhangi bir şeymişler gibi binalarla kuşatılıp görünmez kılınmasına razı olamayız.

Suyumuza, toprağımıza, ormanımıza, kültür varlıklarımıza sahip çıkmak zorundayız.

* Yeşil Direniş Aylık Ekoloji ve Yaşam Gazetesi”, Sayı:7/8 de yayımlanmıştır.